26 Aralık 2012

Fak

Ayaklarım bilgisayar masasında, sırtımdan terler aka aka ekrana bakıyordum. Pencere sonuna kadar açıktı, don atlet oturuyordum. Ceyran yapsın diye gittim dış kapıyı açtım. Karşı komşu ile göz göze geldim. Donumdaki bags bani komşuya el sallıyordu. İyi günler dileyip kapıyı adamın yüzüne kapattım. Hoparlörden ileti sesi geldi, masaya geri döndüm. Turuncu yanıyordu. Akşama şavşenk ridempşın izleyelim mi diye sordu. Ben izledim onu, başka bişeler izleyelim mesela... godfather olabilir, dedim. Bikaç dakika ses çıkmadı. Herhalde IMDB top 250 listesini kurcalıyordu. Tamam, dedi onu izleyelim. Coni volkır kaldı mı diye sordu, var kaldı dedim. İyi iyi film izlerken de onu patlatırız dedi. Anlaştık. Pencereyi kapattım.

Herkesin "derdimi anlatacak kadar" dil bilmesini aştık artık, onun bir adım önündeyiz. Herkes İngilizce biliyor. Daha doğrusu öyle sanıyor. Dil sınıfındayken Türkçe hocamız "hepiniz İngilizce biliyorum diyorsunuz di mi? Alın şunu çevirin bakalım 'sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş." demişti. Biz sınıf olarak dut yemiş bülbül gibi kalmıştık. Bir dildeki deyimi ilgili dile aktarmak oldukça zor. Deyim demek kültür demek. Sonuçta ben İngiliz değilim ki her şeyi İngilizce söyleyebileyim.. Çevirmesi bitti bir de bu işin telaffuzu var.

O akşam arkadaşım eve geldiğinde filmi hazırlamıştım. Johnnie Walker'ı sordu. Dolapta, dedim. İçkiyi sorarken ingiliz aksanı yapmıştı ama bilgisayarda yazışırken coni wolkır yazmayı tercih etmişti. Bu şey, yani ingilizce bilip bazı kelimeleri yazma aşamasında zorluk çektiğinden türkçe okunuşunu yazmak bir hastalıktı. İnsanı dil bilgisi seviyesinde intermediate ile upper-intermediate arasında yakalardı. O kadar yıl İngilizce öğrenip raconu bozmayarak "ben biliyorum" havalarında yazılırdı bu tip kelimeler. Yoksa Arnıld Şıvarszeneger'in Arnold Schwarzenegger olarak yazıldığını herkes gayet iyi biliyordu! Sadece çaktırmazlardı. Neyse üzerine gitmedim. Çünkü bu durumun farkındaydım. Her türkçe okunuşlu ingilizce kelime kullanımında aslında gerçekten yazamadığını anlıyordum. Getir hadi viskiyi patlatalım o halde, dedi. Gittim dolaptan 70lik conimizi aldım. Tam içkiyi bardaklara dökerken şişe elimden kaydı, yere düştü ve tuzla buz oldu. Burnuma keskin bi viski kokusu geldi. Gözlerimden yaş aktı. Ağzımdan ise tek bir kelime çıktı.. Fak!

19 Aralık 2012

Alış(a)madım

"Tahlillerden önce sizi Dahiliyeye alalım" dedi kadın. Hay hay, dedim. Dosyasındaki benimle ilgili evrağa bir işaret koydu, kapıyı açtı. Doktor tüm asaletiyle masasında oturuyordu. Günaydın, dedim. Ses etmedi. Kafasını kaşıyarak önündeki dosyaya bakmaya devam etti. Seni şuraya alıyım derken bile yüzüme bakmıyordu, "şurayı" eliyle gösterdi. Özel hastane doktoru umursamazlığı vardı adamda. Dünya para ödeyip s.klenmemek böyle bişeydi. Geçtim "şuraya". Üstüne çıkart, dedi. Çıkarttım. Derin nefes al, dedi. Derinden aldım. Tut, dedi. Tuttum bırakmadım. Bıraksam olay çıkardı. Yat şöyle, dedi. Yattım. Göbeğime vurmaya başladı, avuçladı bi güzel kendi vücudu gibi. Adama gıkımı çıkaramıyordum. Steteskop acımasızca vücuduma tecavüz ediyordu. Gazın var, dedi adam. Yarım saatlik muayene sonrası sadece gazımın olduğunu sonucuna varmamıştır herhalde diye düşündüm. Salayım mı diye soramadım, zira gazımın olduğunu ben de biliyordum. Dosyalı kadın geldi aklıma. Gaita inledi beynimin kıvrımlarında. Tahlil öncesi Dahiliyeye girince böyle oluyordu işte. Bütün suç kadındaydı. Açıklayamadım doktora. Yok desem olmazdı. Koskoca doktor bilirdi sonuçta. Kısık bir sesle "evet" diyebildim. İki gün önce full check-up isteği üzerine oluşan ve o günden beri sevip beslediğim, hastanede gaita uğruna bırakılıp gidecek bir gazdı o. Tamam kalkabilirsin, dedi doktor. Utanarak üstümü düzelttim. Muayene kaçınılmazdı ve ben de zevk almaya bakmıştım. Alkol alıyor muyuz, diye sordu doktor. İçimden "alıyoruz tabi bu gece rakı balık yapalım" diyesim geldi, diyemedim. İmzasına muhtaçtım doktorun. Arada sırada, dedim. Peki sigara, diye sordu. Eee denedim ama içmiyorum yani bikaç ayda bir kere falan diye uzattıkça uzattım. Hayır demek varken niye bu kadar uzattığımı anlayamadım. Gözüm steteskoptaydı. Bişeler anlamış olabilirdi ve belki de beni deniyordu hain doktor. İçmiyorum diyemezdim. Sigara içmiştim ve alkolün yanında olursa bi Djarum Black tüttürürdüm hiç acımadan. İçme evladım, dedi doktor. Bir anda yakınlaşmıştık. Tamam babacığım deyip sarılacağımı sandı galiba pezevenk. Alışırsın bak içme, diye tekrarladı. Yok içmiyorum zaten diyerek sıvamaya çalışıyordum ama tutmuyordu. Derbeder öğütü karşısında gözümün önüne doktorun leş gibi akciğerleri geldi. Samsun ile başlayıp Winston Light'a doğru giden bir sigara kurbanıydı belki de. Kokusunu sevmiyorum zaten alışmam yani, dedim. Yok yok sen içme hiç, diye diretti. Sigara içen insana sigaraya alış(a)madığını anlatmak ne kadar zor bişeymiş o an öğrendim. Kendisi de ya ailesinden görüp ya da arkadaşlarıyla muhabbet ortamında sigaraya başlamıştı ve bi kere o dumanı içine çekince sittin sene bu lanet şeyden kurtulamayacağını düşünüyordu; fakat ben öyle değildim. Bir bağımlılık değil bir anlık keyifti sigara benim için. Olsa da olurdu olmasa da; ama bunu doktora anlatamadım. Tamam, dedim. Attı imzasını, verdi dosyayı elime. İyi günler diledim, o bişe dilemedi. Çektim kapıyı çıktım. Dosyalı kadın beni hemen karşıladı. Elime iki tahlil kabı verdi. Vücudum doktor tarafından hamur gibi olmuştu, tuvalete zor gittim. Bikaç dakika içinde geri döndüm. Gaitayı veren bir insanın mutlu olabileceği kadar mutluydum, neşe saçıyordum. Hastaneden dışarı çıktım. Muayeneleri biten arkadaşlarım sigara içiyordu. Ver lan bi dal, dedim. Zaten inandıramadık adamı. Bi güzel içime çektim dumanı ve işte o gün bu gündür sigara bağıml... Yok canım, inanmadınız değil mi? Arkadaşlara yarın görüşürüz, dedim ve eve gittim. Leş gibi sigara kokuyorlardı.

30 Ekim 2012

Fikir Taneciklerim #11

"Canlarım ciğerlerim beni özlediniz mi, özlediniz di mi ay" girişli blog yazılarına denk geliyorum. Aklıma Seda Sayan geliyor. O da öyle açar ya programlarını, bi fark yok. Sen kalk da elit takıl, blog yaz, düştüğün hale bak. Yazık be!..

- O kadar film izledim, altyazılar okudum . "Lanet olsun" çevirilerinden başımı kaldıramadım. Ama bu sefer durum kendini aştı. Bundan daha kötüsünü görmedim. Aynen şöyle:

-How is he like?
-Cool..

Çevirisi:

-O neyden hoşlanır?
-Serinden..

Kafam yandı. Çipler gitti. Intel'den yenisini sipariş verdim. Haftaya ancak gelir. Bu süre zarfında bitkisel hayatıma devam edicem. "Yok artık" dedirten bir altyazı çevirisi gerçekten.

- Şu şundan iyidir düşüncesi sadece kendi içinde kalsa. Başka markalara değil de kendi markası içindeki modeller arasında bir sidik yarışına girilse daha mutlu bir hayat sürebilirdik. Mesela kullandığın şeyin 2013 modeli çıksın. Eskisine oranla daha iyi olsun. Diyelim bu eskisine göre daha iyi, bunu al. Karşı caddedekiyle karşılaştırmasak. Rahatlasak. Ben zaten markaya para veren biriyim. Diğerinden iyi olması beni çok tınlamıyor. İsim vermedim, genelleme yapmak istedim. Böyle de bi b.ka benzemedi ya neyse.

- Çok dikkatimi çeken ve kesinlikle inanmadığım iki tabir var. İlki "doktorların tüm çabasına rağmen..." Diğeri de "polislerin geniş güvenlik önlemleri". Doktorları pek gözümün önüne getiremiyorum böyle mükemmel bir çabayla. Sanki iki aletle bakıyorlar "yok ya bu yaşamaz" diyorlar, sallıyorlar adamı. Ne biliyim. İbrahim Tatlıses'te öyle olmadı ama adamı ölümden döndürdüler. Orada kesin tüm çabalarını kullandılar. Bizim bakkalın görümcesi için bu kadar çaba gösterildi mi peki?

Polisler ise ne kadar önlem alırlarsa alsınlar, insanın olduğu yerde illa ki bir sorun çıkıyor. Gözden bişe kaçıyor. O kadar güvenlik seminerine girdim, emniyet dersleri aldım. Anladım ki bir insan terör eylemini, bomba patlatmayı, birine suikast yapmayı istiyorsa yapıyor. O kadar rahat bir ortam var ki anlatamam size. Her yer metal dedektör kaynıyor. Bu dandik aletler hiçbir bombayı algılamıyor. Adam 50 kilo C4 ile oradan geçiyor. Plastik olduğu için ötmüyor cihaz. Bizim şapşal güvenlik görevlisi de elinde Garrett ile dursun öyle. Ankara'da metronun altı diye tabir edilen yer, koskoca Ankamall, Güvenpark o kadar güvenliksiz yerler ki resmen hayatımızı şans eseri yaşıyoruz. Biri ölecek oralarda, bize ders olacak, ancak o zaman akıllanırız. Güvenliği arttırırız. Bu ülkede işler böyle yürüyor. Biri deliğe düşüp bacaklarını kıracak, işte o zaman belediye gelir de çukuru kapatır.

Yıllardır yaptığım otobüs seferleri sonunda beni çıldırtan dört şeyi belirledim. Tahammül edemiyorum bunlara. İşte liste:

1) Çocuklu yolcu
Evet yapacak bişe yok. Onların günahı da yok ama çoğu insan dibinde deli gibi haykıran bir afacanla 8 saat yol gitmek istemez. Genel tahammül sınırını zorlayan bir unsur bu. Kısa geçiyorum seni çocuğum.

2) Deli yolcu
Bu adam öğlen vakti koltuğunu sonuna kadar arkaya yatırır ve 20 saniyelik bir süre içinde de uykuya dalmış olur. 20 saniye içinde tepki verdin verdin, yoksa dönüşü yok. Öyle iki büklüm gidersin tüm yolu. E be adam akşam olsa anlarım, gece olsa anlarım, yatır koltuğunu uyu da öğlen vakti yapılır mı bu? Belki arkadanki kişi gazete dergi okuyacak, laptop kullanacak, yemek yiyecek vs. Onu da düşünsene biraz. Deli yolcu işte

3) Manyak yolcu
Bu adam efendi gibi oturur, açar önündeki ekranı. Kanal D, Show tv falan izler, kek neyin yer. Derken gece olur uykusu gelir. O tv'yi kapatmaz. Parlaklık sonda, ses sonda, öyle uyur. Bir gıdım da rahatsız olmaz. Bu adam genelde benim yanıma oturuyor. Bazen de ön çaprazıma denk geliyor. O ışıktan rahatsız olmuyor, fosur fosur uyuyor, ben rahatsız oluyorum. Uyurken o ekranı kapatmak var ama daha hiç yeltenmedim. Zira uyku sersemi olay çıkarır. Dedim ya manyak yolcu

4) Ruh hastası yolcu
Bu adam çok pis uyur. Bi de utanmadan başını senin omzuna yaslar. Yavaş yavaş gelir o baş. Seni duruma alıştırmaya çalışır. Bir anda şok yaşama diye öyle yapar. Bir güzel senin omzuna kurulur. Misler gibi uyur. Halbuki gitsene öbür tarafa doğru uyusana be adam.

Bir keresinde de şöyle bir şeye rastladım. Yanıma benim yaşlarımda biri oturdu. Çıktık yola. O uyuyor. Benim de uykum geldi. Hafiften sızıyorum. Çocuk başını omzuma tam koyuyor, o an uyanıyor, geri çekiyor başını. Omza değdikçe geri seken bir baş düşünün. 20 kere falan oldu bu. Sonunda uyandırdım, gel dedim şu başını omzuma koy da ben de uyuyayım artık. Öyle olunca çekindi. Diğer tarafa döndü. Ruh hastası beni de ruh hastası yaptı. Hatta körle yatan şaşı kalkar diyeyim, bu yazıyı da böyle bitireyim.

10 Eylül 2012

Ne garipler!

Ne garip değil mi? Hayır, vapurlar değil. İnsanlardan bahsediyorum. Ne kadar garipler, öyle değil mi?

Önümde bir adam yürüyor. Eli ceplerinde, kafası eğik. Genzini temizliyor. Yere tükürüyor. Kaldırımdan aşağı akıyor tükürüğü. Okkalı tükürük. İğrençlikte üstüne yok. Adam, sokağın sonundan sağa dönüp uzaklaşıyor. İleride toplanmış birkaç kişinin sesi geliyor. Çimlere oturmuşlar. Birinin elinde iki buçuk litrelik kola, diğerlerinin elinde plastik bardaklar. Sıralarının gelmesini bekliyorlar. Biri yediği bisküvinin paketini yanı başına fırlatıyor. Kola bitiyor. Biri kalkıp kola şişesini hafif eziyor, arkadaşına fırlatıyor. O da geri fırlatıyor. Küçük çaplı birer Messi hepsi. Diğerleri içi boş bardaklarını kemiriyor. Sonra hepsi birden kalkıp gidiyor. Geriye ısırılmış bardaklar ve ezik bir kola şişesi kalıyor. Yemyeşil çimin üzerinde doğada yitip gitmeye hiç hevesi olmayan plastik parçalar duruyor. Adamların üstlerinde tuttukları takımın forması var. Yürürken slogan atmaya başlıyorlar. Gelen geçenlerin yüzüne yüzüne atıyorlar sloganları. Gözden kayboluyorlar. Geriye yüzleri düşmüş, sinirli insanlar kalıyor.

-Bu adam neyin kafasında?

-Ne insanlar var ya!

-Şu insanları anlamış değilim.

Bütün çabamız insanları anlamaya çalışmak mı? Tabi ki hayır. Bizim çabamız tam olarak: bize benzemeyen insanların garip hareketlerini göz önüne getirerek dalga geçmekten ibaret. Evet sadece dalga geçmek. Onu küçümsemek. Bize benzemediği ve aykırı hareketleri için küçük görmek. Yoksa başkasının yaptığı hareket seni niye düşünmeye itsin. Tek amaç dalga geçmek. Bunu yaparken de kendimiz o insandan daha berbat hala geliyoruz. Farkında değiliz.

İnsanları anlamaya çalışmıyorum. Sadece kendimi anlamaya çalışıyorum.

25 Ağustos 2012

Veda

2 ay olmuştu onları görmeyeli, heyecanlıydım. 8 saat sonra eve varabildim. Asansör kapısını açtım, sağ tarafa doğru yöneldim. Yüzümde hislerimi açıklayan bir tebessüm vardı. Annem kapıyı açtı. Hoşgeldin oğlum, dedi; ama onun yüzünde bir tedirginlik sezdim. Sarıldım anneme. Hoşbulduk, dedim. Baktım üstüme atlayan bişey yoktu. Merakla anneme baktım. Lucky, dedi. Yerde yatıyor , balkonda, baygın galiba dedi. O an hayat durdu, ellerimden kan çekildi. Direkt balkona gittim, cansız yerde yatıyordu.

Sabah saat 7ydi. Uykusuzdum, yeni gelmiştim yoldan. Anlayamadım. Dokundum, kalbi atmıyordu. Burnundan nefes almıyordu. Kuyruğu renk değiştirmişti. Grileşmişti. Ölmüş dedim. Lucky ölmüş anne

Karşı komşu geldi. Bir çarşaf aldık, içine 4 yaşına gelmiş oğlumuzu koyduk. Kaskatı kesilmişti. Dokunamadım önce. Kaldıramadım. Her şey çok ağır gelmişti. Zamanın akmadığı bir evrende yaşıyor gibiydim. Çarşafa sardık Lucky'i. Arabaya koyduk. Otopsi için hastaneye götürdüler. Eve geldim. Hala şoktaydım. Ne oluyor diye düşündüm. Gözyaşlarım yavaş yavaş aktı gözlerimden. İçim acıyordu. Bir şey kalbimi yakıyordu. Kafamı kaldıracak halim yoktu.

Yatağıma uzandım, beni gelip kontrol eden yoktu. Evde miyim diye merak eden bir çift göz yoktu. Kraker almıştım ona. Eve gelir gelmez dışarı çıkaracaktım onu, krakerlerini verecektim. Asansöre bindiğimizde kuyruğunu pat pat bana vuracaktı. Sevincinden delirecekti. Gözlerimin içine bakacaktı. Ama olmadı. Hiçbiri olmadı. Onu bir kere daha sevemeden, sarılamadan kaybetmiştim. Uykusuna yattı ve bir daha uyanamadı.

Uzun süre kendimize gelemedik. Evimize gelen herkesin gözleri doluyordu. Kıpkırmızı gözlerle birbirimizle konuşuyorduk. O bizim her şeyimizdi. Herkesin hayatına girmiş, sevgisini kazanmıştı. Konuşmak da fayda etmedi benim için. Odama çekildim. Yazarak içimdekilerini atmak istedim. İnternete bağlandım. Şifre istedi. Gözlerimden iki damla yaş aktı. Şifre Lucky'di.

Muavin

"10 dakikaya oradayım, biraz bekler misi..." derken, taksici aniden freni kökledi. Önümüzdeki arabayla burun buruna geldik. "Ya yürü .mına koyım" diye bağırdı. Elini önümüzdeki arabanın dikiz aynasında bariz görünmesi içindi bütün çabası. Elini kaldırırken de "acaba hangi cd lan o" diye düşündüğüm aynadaki cdye yapıştırdı. Üzerinde bişe yazmıyordu. Telefondaki kadın "tamam bekletiyorum" dedi. 9 dakika sonra yazıhaneye gelmiştik. Her sıradan taksici gibi bana iyi yolculuklar diledi. Eyvallah, dedim. Bavulumu aldım, servise doğru gittim. Servis şoförü telefonda konuştuğum kadınla muhabbet ediyordu, sigara içiyorlardı. Benim aramam üzerine yakılan bir sigaraydı. "10 dakika mı? İyi madem, yak bakalım şuradan Neriman" denilmiş gibi bir hava vardı. Bavulumu koydum arkaya, servise bindim, servis tıklım tıklımdı. Bir kadın ayakta duruyordu. Uflaya puflaya çocuğunu kaldıran kadınla göz göze geldim. Ayakta duran kadın oraya oturdu. Bana hala yer yoktu. Şoför geldi, "abi yer yok, şuraya yanına oturayım ben de" dedim. Tamam, gibi bişe dedi. Tam anlayamadım, ama kafasını sallayınca sorun çözülmüştü. Arkadan gitti bana gazete getirdi. Al buna oturursun, dedi. Ona da eyvallahımı verdim. Daha sabahın köründe iki kişiyle eyvallahmıştım bile, geceye kadar canımı teslim etmiş olurdum herhalde. Herkes eyvallahıma göz dikmişti. Neyse yola çıktık.

Serviste konuşan insan yoktu, zira dediğim gibi sabahın bir vaktinde sıkıcı İstanbul trafiğindeydik. Torium yeni görünmüştü, büyük bir yoğunluk vardı yolda. Vites bilgisayar dilinden konuşuyordu. Hemen yanımda bittiği için kendisi, ne demek istediğini rahat anlıyordum. Şoför bi boşa alıyordu, bi bire takıyordu. Öyle öyle yanımızda giden bisikletçilerle yarışıyorduk. "Allah belalarını versin, bu ne yoğunluk be" dedi şoför. Evet abi kem küm bu ne alla aşkına ya, dedim. Güzelden gazı verdim abime. Bizim şoför yüzünü havayla güzelce bir yıkadı, ya sabır çekti. Bir yandan abiye sıvaz çekiyorum sinirini alıyorum, bir yandan da yolu bilmediğimi çaktırmamaya çalışıyordum. Tek bildiğim E-5. Onla da alakalı muhabbet geçmiyordu. Bildiğim yerden çıksa lafı yapıştırıcam ama yok, adam başka dilden konuşuyordu. Yola devam ettik.

Yarım saat geçti bizim abinin siniri iyice arttı, ama benim de yapabileceklerim ortadaydı. G.tümden terler akıyor, güneş alnıma vuruyordu. Pis amele yanığı olacaktım. Bir ara altımdaki gazeteyi düzelteyim diye kalktım, arkama baktım, millet mis gibi oturmuş koltuğuna, çekmiş perdeyi, çevirmiş klimayı üzerlerine, bir güzel oturuyorlardı. İçimden küfür ettim temizinden. Gazeteye geri oturdum, şoför telefonunu çıkarttı. Nokia'nın ilk renkli ekran telefonlarından. Tam servis şoförü telefonu. Birini aradı. "Aloo.. hee... evet... yok çok kalabalık... E-6dan gidecem... sen de... tabi... e hadi... haydiiii görüşürüz" dedi. Ben tam sevinecekken bir baktım ki adam E-6 dedi. E-6 ne lan, dedim. Adam ayrıldı yoldan kavşaktan sağa döndü, köprünün altından E-6ya girdi. "İlerisi çok kalabalık en iyisi buradan gitmek" dedi. "Doğru abi şimdi işe gidenler var baya kalabalıktır yani iyi yaptın" dedim. Dönmemiz aslında işime yaramıştı, güneş sağa geçmişti artık. Sağ tarafta oturan ..spu çocukları yansındı biraz da. G.tüm de artık zemine adaptasyonunu tamamlamıştı. Bir saattir yerde oturuyordum. Az kaldı dayan diyordum içimden. Ne kadar kaldığını da bilmiyordum gerçi. Adama sormaya g.tüm yemiyordu. Sorarsam buranın yabancısı olduğumu anlardı. Bişe demedim. Hatta o bişe demedikçe ben konuşmamaya çalıştım.

1.5 saat süren servis zulmü bitmek üzereydi. Hayatımda dandirik Esenler otogarını gördüğüme bu kadar sevinmemiştim hiç. Muavinlik de zor işmiş onu anladım. Hadi çayı, kahveyi taşıması neyse de şoförle konuşma zorunluluğu insanı bitirir. Sonunda bindim otobüsüme. Taktım kulaklığımı, açtım müziğimi. Vurdum kafayı direkt.

Muavin geldi. "Beyefendi size yanlış bilet kesilmiş sanırım. Bu hanımefendi orada oturacak. Kusura bakmazsanız, sizi kaldırmamız lazım" dedi muavin. Kız da güzelce bişey. Kem küm ettim, sonra centilmenim ya kalktım verdim yerimi. Biraz olay yerinden uzaklaştık. "Eee napacaz Ankara'ya kadar ayakta mı gidecem ben?" diye çirkefleştim sonradan. "Hayır, şuraya oturabilirsiniz" dedi muavin. Gösterdiği yer muavin koltuğuydu. "LAAAN HAAAYIIIRRR" diye bağırdım. Bir anda irkildim. Gözlerimi açtım. "Beyefendi AŞTİ mi?" diye sordu muavin. Evet, diyebildim terler içinde. Bir de soğuk su lütfen dedim, arkama yaslandım.

4 Ağustos 2012

Lanet olsun millet!

Okuldan eve geldim, hemen üstümü çıkarttım, annemin aldığı yeni tişörtü giydim. Yeni tişört dediğin ilk gün giyilir. Akabinde millete hava atılır. Sonra çamaşır makinesini boylar. Bazen çeker, bir daha giyilmez; bazen aynı kalır, aylar sonra hatırlanıp giyilir.

Çocuklar beni çağırdı top oynayacaz diye, en büyükleriyim ya istek üzerine teşrif ediyorum sokağa. Çıktım yeni tişörtümle, üstünde de fcuk guns yazıyor(yani "lanet olsun millet"). Top oynuyoruz, ben gerine gerine koşuyorum. Hop göğüs kontrolü yapıyorum. Yeter ki yeni tişörtüm fark edilsin. Bikaç gol attım, kaleye geçtim falan derken Mithat geldi yanıma "abi tişörtün güzelmiş, yeni mi?" diye sordu. Pek istemeyerek "evet yeni" dedim. Benim futbolum konuşulsun, kaleciliğim, orta açışım, şut vuruşum göz önünde olsun istermiş bir halim vardı. "Yeni, üstünde de fcuk guns" yazıyor dedim. Mithat "evet abi, yani silah diyor, silahlar, ama ilk kelimeyi bilmiyorum" dedi. Silahlar mı? Ne silahları ulan, diye baktım tişörtüme. Çocuklar eve su içmeye gidiyoruz, dediler ve gittiler. Ben öyle kaldım sokağın ortasında. Ne silahı lan? Millet o, hani hey guns dersin, oradaki gibi değil m... y...? Haa o guys di mi? Ulan benim ingilizcem hep 5 gelirdi, guns ile guys karıştırdım, allahın topçusu Mithat geldi de beni ezdi iki dakkada diye içimden geçirdim.

Maçın devamında daha hırslı oynadım. Mithatı karşı takımın kaptanı yaptım. Girdim ayağına paso. İttirdim omuz omuza dedim. Vurdum faul yok dedim. Hıncımı aldım. Lanet olsun(!) Koskoca guns, oldu guys. Orada dil eğitimimi bitirmeliydim.

3 Temmuz 2012

Ve

Odasında tek başınaydı. Kafası yavaşça klavyenin üstüne düştü. Çarpmayla kafasındaki kulaklığın sesi çınladı odada. Uykusunu bölmedi bu çınlama. Kulaklıktan gelen ses yan binasına atılan el bombasının sesini bile engellemişti. Buna mı engel olamayacaktı. Bilgisayarın ekranı yüzünü aydınlatıyordu. Yine de uykusuna devam ediyordu. Tek başına olduğunu sandığı odasının penceresinden bir kedi kafası göründü. Yemyeşil gözleri gecede parlıyordu. Miyavlıyordu. Açtı belki de. Birkaç dakika aralıktan onu izledi. O ise mışıl mışıl uyuyordu kendi halinde. Bir başına. Kocaman ruhuyla. Herkesten uzak. Onu küçük gören gözlerden uzak. Onu ezen, kendini küçük hissettiren insanlardan uzak. Ruh yoksunu, başa bela onlarca yüzden uzak.

Onların yanında kendini kötü hissederdi. Ruhu daralır, kaçıp gitmek isterdi. Çünkü dışlarlardı onu. Bunu da direkt olarak yüzüne yapmazlar, ima ederlerdi. Onları düşündüğü zamanlar gözüne uyku girmez, sinirinden masasının kenarını ısırırdı. Masasının kenarları diş izleriyle dolmuştu. Dişlerinin tam sayısını masasından öğrenebilirdiniz isterseniz. Masasını çok severek almıştı(ya da biz buna çaldı diyelim). Üst komşusu eve taşınırken masayı kapılarının önünde görmüştü. Kimse ortalıkta yokken omuzlayıp evine taşımıştı. Kendini ezik hissettiği ve onlarla olduğu bir günün sonunda oluşan bir heyecan arayışıydı bu. Komşusu hiçbir zaman ona gelmeyecekti. Masasının onun tarafından çalındığını hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Dişli bir masaydı artık, kim isterdi ki onu zaten.


Gözlerini açtığında hava aydınlanmak üzereydi. Pencereden esen serin rüzgar üzerine yattığı kolunu iyice uyuşturmuştu. Birkaç dakika kendine gelmeyi bekledi, sonra ayağa kalktı. Mutfağa gidip buzdolabından bir süt şişesi aldı. Pencerenin kenarına oturdu, bacaklarını aşağı sarkıttı. Korkulacak bir şey yoktu, evi zaten birinci kattaydı. Kendi başınayken hissettiği büyük yüreği yontulmuş, artık küçücük kalmıştı. "Ve" ile aynı kaderi paylaşıyordu. Bir başına iken kocaman, başkalarının yanında ise minicik olurdu. Aynanın karşısında pis pis hakaretler eder, ezikliğini kendine unutturmaya çalışırdı.

Hayatını böyle sürdürdü. "Ve" gibi. Pencerenin yanında oturup dışarı seyrederek. Klavyesinin üstüne başını koyup uyuyarak. Herkesten ırak, bir o kadar büyük; birçoğu ise yakınında, bir o kadar küçük.

Penceresini kapattı. Sonraki gece yeşil gözlü minik onu dışarıdan seyretti. Diğer binaya yeniden düşen el bombasıyla zıpladı eşikte. Kaçtı gitti. Bir daha da uğramadı.

15 Mayıs 2012

Sinir

Elimdeki playstation kolunu önümde duran televizyona aniden fırlattım. Kulaklarımdan dumanlar çıkıyordu. Nefes alışım değişmişti. Kol şiddetle televizyona çarptı ve sekerek hemen yanındaki sehpanın üstündeki vazoyu tuzla buz etti. Vazonun içindeki su, vazonun dibinde duran iPadi ve telefonu yıkadı. Üstlerine de çiçek motifi eklendi. İki aletin de ışığı anında söndü. Bu arada televizyon yerinde yalpalamaya devam ediyordu. Yanında duran playstationa biraz dokundu. Alet kendini uçurumun eşiğinde buldu. Tepetakla yere düştü. Yere düşünce insanın içini cız eden bir ses çıkardı. Ortadan ikiye ayrıldı. Televizyon hala yerinde slalom çizmeye devam ediyordu. En sonunda yer çekimine yenik düştü ve hemen arkasında bulunan pencerenin camına girdi. Çarpmanın etkisiyle cam komple yere inmişti. İçeriye soğuk hava girdi. Yerdeki playstationdan gelen çatırtılar kulak tırmalıyordu. Sehpanın üstünden, iPad ve telefon yolundan geçen su yavaş yavaş yere akıyordu. Kulaklarım kendine gelmişti, artık gözlerim yerinde değildi. Ayağa kalktım zor bela. İki rafı boş içki şişeleriyle dolu olan vitrine yöneldim. Bir hışımla sağ tarafından tutup yere çalacakken...!!!!!!!!


Bir an durdum, önce elimdeki playstation koluna baktım, sonra da televizyona. Derin derin nefes aldım, sakince kolu sehpaya bıraktım, odama gittim. İnsanın sakin kalabilmesi ne kadar güzel bir şey diye düşündüm.

6 Mayıs 2012

Kol düğmesi

Ağlayabilir miyim anne, diye sordum. Küçüktüm daha, izin isteyecek yaştaydım. Gözlerimden yaşlar akıyordu, yine de kıpkırmızı gözlerimle annemin vereceği cevabı bekliyordum. Cevap ne olursa olsun, sonuç değişmeyecek gibiydi. Ağla oğlum ağla, dedi. Yanında teyzem vardı. İkisi de hüngür hüngür ağlıyordu. Anneannem mutfaktaydı. Biz, üçümüz misafir odasında, bir çekyatın üstünde, televizyona bakarak ağlıyorduk. Barış Manço'nun tabutuna bakarak ağlıyorduk. Arkadaşları, Barış Manço'yu son yolculuğunda yalnız bırakmamıştı. Büyük bir kalabalık vardı. Arada sırada "Adam olacak çocuk" beliriyordu ekranda. Barış Manço'nun o güler yüzünü gördükçe biz daha da kendimizden geçiyor, daha da üzülüyorduk.

İki küçük kol düğmesi,
Bütün bir aşk hikayesi.
İki düğme iki ayrı kolda,
Bizim gibi ayrı yolda.

Demişti Barış Manço. Şarkıyı her dinlediğimde aklıma o taktığı koca koca yüzükler geliyordu. O yüzükleri, kol düğmesi sanıyordum. Kol düğmesi başka ne olabilirdi ki? Kola takılan düğme nasıl olsun?


Bi de kol düğmesi almak gerekir, dedi babam. Takım elbisemin içinde dik durmaya çalışarak başımı salladım. Evet ya alalım, dedim. Etrafımızda dört dönen satış elemanı hemen bir iki kol düğmesi kaptı, bize getirdi. Birini beğendik. Bunu da alıyoruz, dedik. Elemanın keyfi iyice yerine geldi. Alacağı primi düşünüyordu. Babam kasaya doğru yöneldi. Ben kol düğmelerini elime aldım. Aynaya gittim kendime son bir kez daha bakmak için. Şık bir takımın içinde, göz alıcı kol düğmelerim ile kendime bakıyordum. O an aklıma Barış Manço geldi. Adam oldum da kol düğmesi aldım Barış Abi, dedim. Aynadaki adamın gözleri dolmuştu.

19 Nisan 2012

Fikir Taneciklerim #10

- Bugünlerde hava tam instagram havası, öyle değil mi? Kasvetli, Nuri Bilge Ceylan tarzında. Fotoğrafçılar iyi ekmek yemiştir şu iki günde. Ne pozlar yakalamışlardır. Ben de geçenlerde bir ağaç yakaladım okulda, tuttum paçasından. Tam instagram ağacıydı. Altına bi tabure atıp fotoğrafını çekenlerden para aldım, köşeyi döndüm. Bu yazıyı size altı bin liralık muhteşem bilgisayarımdan yazıyorum.. Parayı buldum diye, blogu bırakacak değilim, yamuk yapmam.. Ağaç bugün pembeliğini kaybetti yağmurdan dolayı, iş yoktu yani pek. Yarına yine güzelleşir umarım. Ekmek parası naparsın. Hayatımı bir ağaç dalına bağlı yaşıyorum.

- "Telefonunuzu bir fritöze çevirin!". "Kumandanızı  bir bilgisayara çevirin!". Adamlar tutturmuş, illaki bişeyi bişeye çevirecekler. Bırak bilgisayar, bilgisayar gibi kalsın ya. Bilgisayarımla da yemek yapmak istemiyorum ki ben.

- Eve doğru yürüyordum, elinde telefon olan bir adam bakışlarını bana çevirdi. Gözlerini daha da açtı bakarken. Tamam tamam tamam, dedi telefondakine ve kapattı. Mehmet!!, diye 5 metre yanındaki arkadaşına bağırdı. Baksana lan, bizim Ömer'e benzemiyor mu şu çocuk, diye sordu. He valla benziyor, dedi arkadaşı. İkisi de şaşkın şaşkın bana baktı, adam ekledi: Ömer'in gözlüklüsü ve sakallısı. Gözlüğü çıkar, sakalı kes, aynı Ömer. Yanlarına iyice yaklaştım adamların. Benim adım da Ömer, dedim. Hadi lan, dediler, inanmayız. Baktım yiyecek gibi değiller, biraz daha destekli sallıyım dedim. Valla ismim Ömer, daha doğrusu ismim Ömercik de arkadaşlarım bana Ömer der. Öyle söyleyince ben, biraz inanır gibi oldular. Haaa, diyerek başlarını salladılar. Adamlar mutlu oldular bi anda. Gözlüklü ve sakallı Ömer olarak yoluma devam ettim ben de.


- Geçenlerde yatağıma uzanmış, iPad'imi kurcalıyordum, bir arkadaşımdan mesaj geldi. iPad'deki bir yazıyı bilgisayara nasıl aktarabilirim, diye sormuş. Cevap yazdım: e-mail ile... O günden beri haber alınamadı çocuktan, iPad'ini satıp uzak diyarlara göçtü sanırım, sağlık olsun.

- Ben çok küfür ediyorum, her gün küfür ediyorum hatta. Sensörlü ışığın bana çektirdiği ızdırap yüzünden küfürbaz bir adam oldum çıktım. Ne zaman okula, biriyle buluşmaya, bişeye gitsem asabi gider oldum. İlla o sensörün dibinde mi ayakkabılarımı bağlamam lazım? 2 saniye çekiliyim ışık sönüyor. Kapının önünde elimi kolumu sallamam gerekiyor, biri görse deli sanar. Öyle böyle küfür etmiyorum. O küfürlerle başlıyorum ben güne. Madem şunu termal ışık yapsınlar. Orada bi ısı olduğunu görsün alet, sönmesin hiç. Hatta otomatik açılan kapılara da direkt o sistemi taksınlar, rahat edelim. Parası neyse vericem. Söz.

8 Nisan 2012

Zifiri

Otobüsün gözleri yakıcı, o simsiyah dumanını içime çektim. Zayıf düşen burnumla yönümü bulmaya çalıştım. Akşam vaktiydi. Birçok insan işinden gücünden dönüyordu. Bir çocuk başını direğe yaslamış, gözleri kapalı müzik dinliyordu. Parmaklarıyla ritim tutuyordu. Yanındaki teyze ona bakıyordu, başını salladı, başörtüsünü düzeltip yürümeye devam etti. Etraftaki insanlar mırıldanmaya başladı. Yeni duman yoldaydı. Tam önümde durdu, kapısı açıldı, insanlar içine doluşmaya başladı.



En arkada, cam kenarında bir adam oturuyordu. Gözleri bir yere odaklanmıştı, kara kara düşünüyordu. Bir an göz göze geldik, ama beni fark etmemiş gibiydi. Bana bakıyordu boş boş. Belli ki düşüncelerinden kurtulamamıştı. Kim bilir ne düşünüyordu? Belki de iş yerindeki o kızı düşünüyordu. Bugün de pas vermemişti. Belki de evde bekleyen oğluna alamadığı o oyuncağı nasıl alacağını düşünüyordu. Hayatı ağır geliyordu artık, omuzları çökmüştü. Gözleri kapandı yavaşça, başını cama yasladı. Yıllar yılı saç yağıyla beslenmiş camı beslemeye devam etti. Otobüsün kapısı kapandı ve otobüs hareket etmeye başladı. Camdan gelen "kalk" titretmesiyle birden uyandı adam. İçini çekti. Otobüs yola devam etti. Geriye kalan duman ise beni tekrardan içine aldı. Bu sefer tadını çıkardım. Yavaşça duman havaya karıştı. Hala oradaydı ama, hala içimize çekiyorduk. Sadece göremiyorduk. Tıpkı dertlerimizi göremediğimiz gibi, ama onlar da hala oradaydı. Bizi içine almak için bekliyordu.

15 Mart 2012

Sessiz

Anneme beni işaret etti. Çenesini sıvazlayıp gülümsedi. Ne demek istediğini ikimiz de anladık. Ben de gülümsedim, teşekkür ettim. İçini çekti hafiften, gözlerini kırptı bana. Senden bahsetmiştim, hemen anladı sen olduğunu bak, dedi annem. Dışarıyı seyrettim biraz onlar anlaşmaya çalışırken. Birkaç dakika sonra annemle vedalaştım. Uygun bir yerde, dedi annem. Annemin arkasından ördek yavrusu gibi gitti o da hemen. İnerlerken el salladım.

Sonraki gün bizi görünce sevindi. Çantasından büyük bir cüzdan çıkardı. Cüzdan demeye şahit lazımdı aslında. İçinden iki lira aldı, şoföre verdi. Cüzdan görevini gören büyük torbasının içi bozuk para kaynıyordu. Öyle ki tutuşundan ağırlığını anlayabiliyordunuz. Neden o kadar çok bozuk para taşıyorsun, diye sordu annem. Kendini anlatmaya çalıştı. Bazen şoförden parasının üstünü alamıyormuş. Parasını almak için ses çıkaramadığı için de üstü kalıyormuş. O günden beri herhalde bu cüzdan vari şeyi yanında taşıyordu. Ağırlık yapıyordu ama sorun değildi onun için.

Bizi görünce neden bu kadar seviniyor, diye sordum anneme. Meğerse iş yerleri birbirine çok yakınmış. Annemin indiği yerde o da iniyor, böylece inmek için bir şey demesine gerek kalmıyormuş. Annemin anlattığına göre insanlar iş yerine veya evine en yakın nerede iniyorsa o da iniyormuş. Yine bir keresinde ses çıkaramadığı için çok yol yürümek zorunda kalmış. O yüzden bizi görünce seviniyordu, yol yürümek zorunda kalmıyordu.

Geçenlerde anneme beni sormuş, çenesini sıvazlayıp "yakışıklı oğlun nerede?" der gibi bir hareket yapmış. Okulda, demiş annem. Anladım, demiş. Bu arada bizim iş yeri satılıyor, yakında ben de başka bir yere taşınacağım, demiş annem. Çok üzülmüş. Ben nasıl işe gidip gelirim artık, demiş anneme. Annem de onla üzülmüş. Gözyaşı dökmüşler.

Annem gittikten sonra belki de yine o yolları yürümek zorunda kalacak. Dilsiz olduğu için sesini çıkaramayacak. İnsanlar garip tepki vermesin diye yerinden kalkmayacak. Yine o bozuk paralarıyla inip binecek dolmuşa. Bu sefer bizi göremeyecek. Belki de hiç göremeyecek.

5 Mart 2012

Ceviz

Sizce ağzına kadar dolu bir harici diskin ağırlığı boş haline oranla daha mı fazladır?

Bu konuya önceden de kafa patlatmıştım, ağırlığının artması gerekiyor diye düşünmüştüm. Her şeyin bir ağırlığı var bu evrende, yazdığım şu yazıların bile. Bir konu üzerine yoğunlaşınca, onun hakkında birçok bilgi edinip beynimize "aşırı yükleme" yaptığımızda başımızın uyuştuğunu, göz kapaklarımızın ağırlaştığını hisseder ve bir zamandan sonra kafamızı sabit tutamamaya başlarız. Bu başımızda oluşan fiziki bir ağırlık değildir ama, yine de bizi yormuştur bu "aşırı yükleme" hali.

Su içerken işemek karşıdan tuhaf görünebilir, fakat sonuçta vücudumuz dibinde bir musluk bulunan bidon değildir. Daha karmaşık bir metabolizmaya sahibiz. O yüzden beynimizi bir kütüphane, öğrendiğimiz bilgileri de birer kitap olarak görmemeliyiz.

Bugün arkadaşım söyledi, bir yerde okumuş: İnternetteki bütün verilerin toplam ağırlığı bir ceviz kadarmış.

Az da olsa yine de bir ağırlığı var demek ki. Sizce de olağanüstü bir şey değil mi bu? Hayatımıza yaklaşık 20 yıl önce giren ve büyük bir alana sahip olan, en büyük bağımlılığımız internetin içindeki o sayısız verinin ağırlığı bir ceviz büyüklüğünde. Belki şimdi pencereden bakıp bize yakın görünüp aslında çok uzaklarda olan yıldızlara gitsek ve Samanyolu'na baksak birlikte, önümüzde uzanan uçsuz bucaksız görüntü karşısında hissedeceğimiz o belirsizliğe eş değer bir bilginin, verinin ağırlığı toplamda bir ceviz kadar işte.

Biraz metafizikten uzaklaşalım en iyisi. Bu ceviz büyüklüğündeki verilerin beşte biri, bence, Wikipedia'nındır. Öyle olmalı. Beşte biri Youtube. Bunda da "Charlie bit my finger"ın büyük payı var. Beşte ikisi Facebook, Twitter gibi sosyal ağlar. Geri kalan kısmı da diğer şeyler olmalı. Neyse artık o şeyler bilmiyorum. Tabi bu benim tahminim ansiklopedik bilgiyi kırma amaçlıydı.

Şimdi önümdeki harici diskime bakıyorum da içi neredeyse dolu. Acaba ne kadar ağırlaştı? Belki 0.0000000000000000001 gram kadar daha ağırdır. Bir bulgur tanesinin yarısı kadardır belki, bilmiyorum.

Aslında bu bulgur, ceviz, fındık tanımlamalarını bilim insanları biz anlayalım diye kullanıyor sadece. Bu ağırlığın başka bir ismi olmalı. İlla bir şeye benzeyince mi anlayabiliyoruz? Bir futbol sahası genişliğinde değil ki hayat. Herkes ilgili alanına göre anlatmak istediklerini anlatıyor. Tıpkı bugün dolmuş şoförünün dediği gibi: Hava o kadar soğuk ki vücudumuz buz kesti. Bir servis geçiyor ancak ısınıyorum.

26 Şubat 2012

Yaylalar yaylalar..

Kuzenimi askere uğurladık iki gün önce, bir film karesi gibiydi. Sarıldık, öpüştük. Girişe gitti, evrakını gösterdi ve koridora doğru yürüdü, arkasını döndü, el salladı bize. Yüzünde "beni merak etmeyin" edalı bir gülümseme vardı. Benden bir yaş küçük ve şuan asker. 15 ay askerlik yapacak. 15 ay dile kolay.

Kendimi onun yerine koydum da 15 ay ne kadar uzun bir süre. Hayatımızdan koparılan ve boşu boşuna geçecek koskoca bir 15 ay. Adam mı olacağız orada? Hayatı mı öğreneceğiz? Sağlam arkadaşlıklar mı kuracağız? Varsın hiçbiri olmasın. Ben onları bu yaşıma kadar yaşadım zaten. Yaşadıkça hayatı öğrendim, arkadaşlık nedir öğrendim. Ailemi özledim, sevgilime hasret kaldım. Yeri geldi ağladım, yeri geldi mutlu oldum yaşadıklarımdan. Bunlar için askerlik şart değil. Hem de hiç şart değil. Benim hoşuma gitmeyen gözü kapalı esaret.

Böylesine bir askerliği herkes yaşamıyor tabi ki ama genel düşünce bu yönde değil midir? Her aile çocuğunu askere gönderirken endişe duyar, başına bir şey gelmesin der. Evlat hasreti işte. Bu kadar korkuyoruz biz askerlikten. Bizi adam etmekmiş.. Asıl aileleri ruh hastası ediyor bu askerlik..

Bu sınav bizim ikinci sınavımız. İlki hayatımızın bağlı olduğu, 3 saatlik sınav. İkincisi ise bu, ölüm kalım sınavı. İnsan, hayatında bu ikisini atlattıktan sonra yaşama hakkı kazanıyor adeta.

2 gündür her şey bir garip geliyor gözüme. İzlediğim filmler, gördüğüm olaylar, okuduğum yazılar, sarıldığım arkadaşım, öptüğüm sevgilim.. Bunların hiçbirini yapamayacağım sanki. Kuzenimin 15 aylık, dış dünyadan bihaber alacağı nefesi ben alıyorum artık.

Düşünüyorum 15 ay sonra herhangi bir yerde, herhangi bir işte çalışıyor olabilirim. Yarın bile ne olacağımız belli değil ki. Daha da abartıyorum düşünürken, 15 ayda ne yazılar yazılır diyorum. Ne haberler çıkar, ne fotoğraflar paylaşılır. Takip ettiğim diziler biter belki. Yeni ürünler çıkar, yeni oyunlar, yeni telefonlar, yeni bilgisayarlar..

Yok, ben askerliğe kafa olarak hazır değilim sanırım. Okuyabildiğim kadar okurum bu kafayla.

15 Şubat 2012

Fikir Taneciklerim #9

- Çoğu kişinin okulu bu hafta başlamış ve derse gitmeyip saatlerce dışarıda geziyor olmasına karşın benim okulum geçen hafta başladı ve bugünlerde yapmam gereken bir hayli ödevim var. Kaçmak istedim hepsinden, millet dışarıda fink atarken benim odamda oturup ödev yapmam saçma geldi. Kendimi bloguma attım. Artık eskisi gibi de yazamıyorum, ama yazarken de hiçbir şey olmamış gibi yazacağım şeyi yazıyorum ya, işte o hale genel olarak bayılıyorum ben. Okuyan okusun(çok da kişi okusun) havasını seviyorum. Haftalar sonra bir yazı giriyorsun ve sanki dün yazmışsın gibi bir tavır takınıyorsun ya çok hoş oluyor. Kitleler zaten bilgisayar başında senin yazını beklemiyor ki.. "Ayy ne zamandır yazamıyorum, beni özlediniz mi?" tarzında bir havaya niye bürünüyor bu insanlar? Acaba bu benim anlayamadığım, "blogu yarat" dedikten sonra yazdığım birçok yazının içinde kendimi kaybederken oluşan bir olgu mu? Neyse, ben o insanı seviyorum sözün kısası. O öyle sallamasın, yazsın ve çekip gitsin. Cool takılsın. En iyisi.

- Bir 14 Şubat daha geride kaldı. Bizim için çok güzel geçti. Dikkatinizi çekerim "bizim" diyorum. Geceye kadar tweet atmadım ama "sevgilim var" amaçlı bir eylem değildi gerçekten. Tumblr'da bir çocuk "bugün okula gitmiyim de sevgilim var sansınlar" yazmış. Ona çok güldüm. "Evet lan!" dedim. "Hiç tweet atmadım, acayip havam oldu ha!" dedim. "Tam da sevgilisi olan insan tipiyim" dedim. Garip bir düşünceymiş. O çocuğun yazısını görene kadar aklıma gelmemişti.

- "Cem Bey ayakkkkkabılarınız dopuğkluu mu yoğsaaaa boyunuz mu kısa? Kısayım ulan işte.." Adam kısa. Hem kepçe hem kısa, evet. Yine de sempatik, yetenekli, evet. Adam saklamıyor ki bunu. Kısayım, diyor. Peki Adele sen ne diye uzatıyorsun şu kilo sorununu, anlamadım ki ben. Adele normal kilolarda hoş bir bayan olmak istemiyor mu? Niye yiyor bizi hala? Yeme bizi daha fazla bak, kocaman olmuşsun zaten. Ne prim yaptı bu konudan ya, kafamı duvarlara vurmak istiyorum. Tutturmuş da "beni sesimle değerlendirin, vücudumla değil". Ben senden Victoria's Secret kıvamında bir melek olmanı istemiyorum ki. Benim de göbeğim var, spor yaptım yaptım gitmedi bir türlü. Bundan hiç de mutluluk duymuyorum ben. Kilolarıyla mutlu bir insan mı varmış da? Bırak allaşkına Adele. Zayıflayamıyorum napıyım demiyorsun da bize, lafı başka yerlere çekiyorsun. Mutlu olma şu kilolarınla!!

- Bazı meslekler var, kız tavlama gayesi üzerine kurulmuş. Hem 14 Şubat da geçti, şu sayacağım üç mesleğe kasın da önümüzdeki 14 Şubatları yalnız geçirmeyin. Bana noluyorsa anlamadım. Sanki yaşam koçu olacam. Bu tür yazılar girerken hep Ozan Güven geliyor aklıma. Yani adam haklı. "Sen kimsin abi? Yaşın kaç senin?". Aslında bu konuyu yazacağım vardı da 14 Şubat üstüne daha iyi gider diye düşündüm, yoksa amacım eğlenelim, şakalar eğlenceler..

1) Spor hocası

Spor salonlarında kızların götünden ayrılmayan kaslı adamlar var ya onlardan işte. Bu meslek insanı az sonra yazacağım iki meslekte olmayan bir avantaja sahip: Kas (bi de adonis var ha)

Bu adamlar ilk gün sana bütün hareketleri gösterir, ondan sonra çeker gider salona düşmüş hatunların yanına. O kadar komiğime gidiyor ki bu adamlara bakarken. Her harekette kadınla temasa geçiyor, her türlü domalma hareketinde kadının arkasındaki yerini alıyor. Çok da seçici bu tipler. Özellikle spora yeni başlayan, dal gibi, birazcık kas yapmak, birazcık forma girmek isteyen, genel olarak sarışın, cakcakcak konuşan ve oluyor mu oluyor mu diye yeri göğü inleten kadınlar spor hocalarının vazgeçilmezi. Arada sırada kadına hareketi göstermek için aletin başına geçiyor. Takıyor ağırlığı sona, kaslarını şişire şişire hareketi gösteriyor. Nefes alıp verirken inliyor. Hemen kaslarından terler akmaya başlıyor falan. O arada kadının gözlerinde bir şeyler yanıyor. Dolar yanmıyor, başka bir şey yanıyor. İşin sonunun nereye varacağı belli zaten. İyi sporlar.

2) Barmen

Eline geçen bardağı, şişeyi havaya fırlatan, aynı zamanda da kızları kesebilen adamlar var ya onlardan işte.

Bu adamlar kaslı olmuyor ama yakışıklı oluyor. Hatta işe alınırken önce yakışıklı mı diye bakıyorlar, ondan sonra Mojito yapabiliyor mu diye ölçüyorlar. Bu adamlar da bütün gece kızlara bedava içki veriyor, zaten otelde her şey dahil sistemi var. O içkiler kime giriyor belli olmuyor ama gece o barmenin kime gireceği belli oluyor. Yüzsüz yüzsüz oda numarasını isteyen barmenler var. Ha bazıları da uzun süreli geliyor otele. 1 hafta rahat etmek için bir barmeni gözüne kıstırıyor. Gidiyor direkt söylüyor oda numarasını, alan memnun veren memnun. İçkiler lezzetli, ortam şahane. Afiyetler olsun.

3) Zara Şube Müdürü

Bence en iyisi bu. Valla da billa da! Ne yapın ne edin, gidin okulu varsa okuyun , Zara şube müdürü olmaya kasın. Sorsan kadınlara, biri çantalarımı çok seviyorum der, biri ayakkabılarımı der, biri kıyafetlerimi der. Hepsi Zaraya çıkar illa ki. Tanışırken de çok şey demene gerek yok. Yanına git hatunun. "Merhaba, ben Zara şube müdürüyüm" de, olay bitmiştir. İyi alışverişler.

7 Şubat 2012

Çocuk Savaşları

Evin kapısından girdiğim anda, karşımdaki ışığın gözümü kör edici etkisiyle bir anda M4'ümü ateşledim. Adamın ışığı işe yaramamıştı. Kafasının ortasından geçip duvarı delen mermilerim etrafı sessizliğe bürümüştü. Işık artık gözümü rahatsız etmiyordu. Yerde sessizce bir ileri bir geri gidiyordu. O anda televizyondan bir çocuk sesi duyuldu. "Fuck you!" dedi. Şarjörümü değiştirirken gülümsedim çocuğun ölü vücuduna bakarak. Belki ilk kez eline bir silah alıyordu. Belki de 13 yaşındaydı ve kendini diğer çocuklardan soyutlayıp, oyun oynamayı  dışarıda top oynamaya tercih etmişti. Gazabımdan kimsenin kurtulmayacağına ant içerek ve gözüm dönmüş bir halde yoluma devam ederken telefonum çaldı. Meşgule attım. Birkaç dakika sonra yine çaldı. Arayan babamdı. Telefonu açtım. Buluşalım bugün, dedi. Oyunda çocuğa vermiş olduğum olgun tebessümden eser yoktu yüzümde. Oyuncağı elinden alınan bir çocuk gibi hissettim kendimi. Sesimi yaşıma uydurarak olur, dedim.

Buluşmaya eski dostlarımız ve bir yeni kişi de katılmıştı. Yeni kişi, eski dostun sevgilisiydi. Yan yana oturdular her sevgili gibi. Genel muhabbette yer buldukları kadar özel sohbet sayfası da açıktı ekranlarında. Kalan nefeslerini birbirleri için harcıyorlar, nefessiz kalınca bize gülümsüyorlardı. Konu döndü dolaştı, ben ne ara ekranın başından kalkıp su içmeye gittim de bu muhabbeti kaçırdım diye düşünürken eski dostum, çocukları olunca çocuklarına koyacakları isimleri söyledi. İsim değerlendirilmesi yapılırken benim anlayamadığım ise çocuk yapma düşüncesiydi. Aklıma oyundaki çocuk geldi. Acaba onun gibi bir çocuk mu istiyorlardı? Bütün gün oyun oynayıp sadece tuvalet ve yemek ihtiyacı için oyunun başından kalkan çocuk gibi bir şey belki de. Yoksa koydukları isimle çocuğun hayatına da yön vermek mi istiyorlardı? 90 doğumluların çocuk yapma yaşı gelmiş miydi?

Masadaki muhabbet devam ederken telefonum çaldı, bu sefer meşgule atmadım. Yetişkin bir birey olarak toplum içerisinde yer alıyordum, ama ara vermek gerekirdi bazen. Telefonuma baktım, arayan annemdi. Müjdemi isterim, dedi. Kuzenimin askerliği belli olmuş, acemiliği Ankara'da yapacakmış. Sevindim, biraz konuştuk annemle, sonra telefonu kapattım. Annem habere sevinedursun nöbet tutan, yaylalar yaylalar eşliğinde kilometrelerce koşan kuzenim belirdi kafamda. 90 doğumluların askerlik yapma yaşı gelmiş miydi?

Belki de ben geç kalmıştım her şey için. Aşık olmak için, evlenmek için, çocuk yapmak için, askerlik için.. Aklıma sınıftaki kız geldi. Bir sevinçle bana tek taş yüzüğünü göstermişti. Tatilde nikahlanmış, yaza ise evleneceğini söylemişti. En yakın arkadaşım geldi aklıma. Sevgilisi evlenme teklifi etmişti. O da yaşadığı heyecanla bana ulaşıp haberi vermişti. 90 doğumlular nikahlanıyor, yaza da evlenme planı mı yapıyordu?

Akşam olmuş; babam, eski dostlarım ve yeni kişiden ayrılmıştım. S.kerim, dedim eve gelince. Hemen odama girip üstümü başımı çıkardım. İki dakika sonra oyunun başındaydım. Gel buraya o..pu çocuğu, dedim ekrana bakarak. Hepinizi doğduğunuza pişman edicem. Teker teker s.kicem sizi. Ama her şey istediğim gibi gitmemişti. Aklımdaki nikah, evlilik, yüzük kavramları oyunumu etkilemişti. Bu sefer onlar kazanmıştı. Onlar. Çocuklar. Acımasızca mermilerini boşalttılar üstüme. Güldüler, eğlendiler. Bağırdılar ekran başında. O an çocuklarla olan savaşım bitmişti. Oyunun başından kalkıp odama geçtim, yatağıma yattım. Bütün gece çocuğuma hangi ismi koysam diye düşündüm.

19 Ocak 2012

Bilemezsin

İnsanın ne zaman ne isteyeceği belli olmuyor. Gecenin 3.23'ünde kalkıp buzdolabında kalan son ekler pastayı mideye indirip sıcak yatağına geri dönebiliyor. Yarım saat sonra tekrar uyanıp bir bardak su içebiliyor. Daha işe/okula gitmeme 4 saat var deyip huzurla uyuyabiliyor. 4 saat sonra kalkınca ise sanki 5 dakika geçmiş gibi hissedip küfür ederek yatağından kalkabiliyor ya da kalkmayıp gece depoladığı ekler pastayla öğlen yemeğine kadar dayanabiliyor. Akşamı zor edip kendini eve atıyor. Gece oluyor, Bonobo çalıyor arkadan usul usul. Yerini Amon Tobin alıyor. Yarım saat boyunca aynı noktaya bakıyor. Üzülüyor armoninin içinde neye üzüldüğümü bilmeden. Bazen insan, neye üzüldüğünü de bilemiyor. İçini bir karanlık sarıyor. Atmosfer seni yerle bir ediyor.

...

Bazı ürünler ise sadece bozulmak için üretilmiş gibi geliyor insana. Örneğin fare tekerleği. Şu mouse olan farenin tekerleği hani. Birkaç kullanımdan sonra o tekerleğin rot-balans ayarı bozuluyor. 2 ileri 1 geri gitmeye başlıyor. Sayfayı indirmek işkenceye dönüşüyor. Tumblr sayfasında küfürler savuruyorsun. Neyin ne zaman bozulacağı belli olmuyor işte.

...

Bir kızın sayfasında bir şey beğeniyorsun. “Onu nasıl yaptın?” diye soruyorsun. “Ben yapmadım” diyor, “bir arkadaşım yaptı.” Bence her güzel kızın arkasında bir erkek vardır. O arkadaşı olmasa halbuki kızın hiçbir numarası yok gibi. Tabii boku çiçeğe çeviren mükemmel yetenekteki arkadaşına bağlı her şeyi. Neyin ne bok olacağı da hiç belli olmuyor.

16 Ocak 2012

İnfaz

Kimin ne söylediği önemli değildir. Neyin kim tarafından söylendiği önemlidir.

Size şu an hayatınızda göreceğiniz en akıl dolu cümleyi kurabilirim. Belki de tekrar tekrar okuyup aklınızın uçtuğunu hissedecek ve cümleden hiçbir şey anlamayacaksınız. Uzun süre kendinize gelemeyeceksiniz. Kendinize geldiğiniz an ise bu cümlenin benim parmaklarımdan çıkıp kafanıza mıhlandığı zamana denk gelecek. Bir eylem ne kadar etkileyici olursa olsun, önemli olan kendisinden öte kime ait olduğu değil midir?


"Yeryüzünde tek bir çocuk bile acı çekiyorsa Tanrı yoktur."   F. Dostoyevski

Etkileyici bir cümle. Acımızı perçinlediği kadar içimizdeki maneviyatı da etkiliyor. Kendini tekrar tekrar okutturuyor, düşündürüyor.

Peki aynı cümleyi ev arkadaşın muhabbet arasında söylese, ne kadar önem verirdin? Twitter'da takip ettiğin ünlü biri söylese? Hoşlandığın üniversite hocan söylese? Ya iki kuruş önüne attığın bir sokak dilencisi söylese? Her birinin sende bırakacağı etki farklı olurdu.

Bu yüzden ki önüne gelen yazıları kimin yazdığına bakıp okumuyorsun, şarkıyı kimin yaptığına bakıp dinlemiyorsun. Hepsi birer ön yargı. Onun yaptığı müzikten, yazdığı yazıdan ne olur?

Asıl aklıma gelen soru ise bu insanlar gerçekten yüce olduğu için mi sözleri değerli, yoksa değerli sözler sarf ettikleri için mi yüceler?

13 Ocak 2012

Olmaz değil yani bence olur

Şimdi ben gitsem brad pittin yanına. Merhaba abi ben sizin neredeyse bütün filmlerinizi izledim. Angelina yengemizi de severim vallahi çok da güzel kadındır. Lisedeyken duvara asardım posterlerini. Hastasıyım bir bakıma aramızda kalsın. Allah mesut etsin ama yengemizdir sonuçta. Neyse bu akşam müsaitseniz size yemeğe gelecektim. Otururuz yemek yer muhabbet ederiz biraz. Ne dersiniz? desem kabul etmez mi brad? Eder ya niye etmesin. Sonuçta hayranıyım ikisinin de. Filmlerini izlemişim. İngilizcem de var şakır şakır. Angelina yengemiz geçenlerde Türkiyeye de geldi. Ilıman bakar bu duruma diye düşünüyorum. İmkansız gibi gelmiyor bana. Desem böyle böyle kabul eder. Gel bi kahvemizi iç jansetciğim ne demek aşk olsun bile diyebilir. Abartmaya gerek yok. Onlar da insan sonuçta. Ne farkımız var ki? Brad abi biraz yakışıklıymış işte küçükken keşfetmişler. Önce küçük rollere vermişler. Sonra bakmışlar bunun yakışıklılık alıyor başını gidiyor baş role geçmiş. Adam sanki bu dünyaya rol kesmek için gelmiş. Bazı insanlar var böyle. Vücutları kodlanmış gibi geliyor bana. Mesela chemical brothers dinlerken kendi kendime diyorum olm janset sen götünü yırtsan böyle müzik yapamazsın var ya. Müziğin içi o kadar dolu ki içinden çıkamıyorsun. O iki eleman brothers bu dünyaya müzik yapmaya gelmiş mesela. Gel iki pes atalım desen ezilir gider muhtemelen. Yaptıkları müzik dışarıdan basit durabilir. Onu ancak üretme aşamasında fark ediyorsun. Ben de yaparım lan diyorsun. Alıyorsun eline aletleri. İki nota basıyorsun. Yok tırt. Olmuyor bir türlü. Ritmi yakalayamıyorsun. Picasso resimlerine bakıp ne var lan bunu ben de yaparım eğri büğrü insanlar lan bunlar demek gibi bişe. Trt1de bir amca vardı adını unuttum şimdi. Türkiyedeki herkese resim yapmayı aşılayan amcadır o. Adam bir fırça darbesiyle ağaç yapardı. Ben atardım darbeyi olmazdı. Amatörsün .mına koyim işte olmuyor bir türlü. İki üç gün uğraşırdık olmayınca atardık çöpe fırçaları. Aynısı bu blog için de yapılabilir. Bütün amacımız şu blog okunsun. İzleyici artsın. Herkes beni bilsin. Ne olacak herkes bilince sanki. 1 milyon takipçin oldu diyelim. Ne bok oluyor? Ünlü oluyorsun. Boku yiyorsun işte. Bir yandan takipçi artsın çok okunsun da istiyorum. Bir yandan da böyle çok olursa bir anlamı kalmaz diyorum. Sonuçta emelime ulaşmışım. Oyunda 50 level olup oynamamak gibi bir şey bu. Son noktaya gelmişsin artık zevk vermez yapacağın şey. Ha bir de şu televizyonlardaki genellemelere kafayı taktım. Genç kızların sevgilisi. Ekranların reyting rekortmeni. Güzeller güzeli. Noluyo lan. Kafana göre genelleme şunu amk. Genç kızların sevgilisi Murat Boz nedir allaşkına ya. Bütün kızlar yazıyo mu bu çocuğa? Her şeyi de genelleyin, abartın zaten. Şu sınav bitsin başka bir şey istemiyorum diyen insanlar var. Genelci abartıcı ibibikler yemin ediyorum. Ha bir de mesaj geliyor. Size özel fırsatlar bilmem ne. Neyin özel senin neyin özel diye bir video geliyor aklıma. Benim neyim var arkadaşım. Bana niye özel indirim yapıyorsun. Bu kazak bana niye 20 lira oluyor mesela. Başkasına ne kadar oluyor? Ona 25 lira oluyorsa allah senin belanı... Bir de bu ülkede ruh hastası fanatik insanlar var. Maç izlerken her şeye laf atıyorlar. Herifin ayağını kırıyor futbolcu hocam bir şey yok diye bağırıyor televizyon karşısında. Ananın .mı var aslında da biz sana söylemiyoruz. Foul lan işte kabul et anasını satıyım. O kadar küfür edesim geldi ki kendimi zor tutuyorum.
Neyse ben yarın akşama bradlerin evine davetliyim. Ona hazırlanmam lazım. Sofrada söyleyeceğim komikli şakaları falan düşüneyim ingilizce. Çocuklara da hediye almak lazım öyle eli boş gitmek olmaz. Hem güzel bir jest olur brad belki bana soysuzlar çetesinden kalan takkesini bile hediye eder yani. Etmez mi? Niye etmesin ya bence eder. O da insan sonuçta. Abartmamak lazım.

7 Ocak 2012

Hayat.. çok..


Algılarımız çok seviyesinde.

Hayatımız çok tuhaf, fark edemediğimiz ölçüde.
Yüzümüz bu sabah çok çirkin, her zaman güzel olduğu kadar.
Konuşman çok bozuk, dilin sürçtüğü sürece.
Bakışların çok etkileyici, gözlerini kapadığın ana kadar.

Birini sevmek çok zor, kimseyi sevemeyeceğim.
Seni o kadar çok seviyorum ki.. bir başkasını da böylesine seveceğim.

Her şey ters gidiyor, nefes alabildiğim kadar.. ters.
Her şey anlamsız, havanın kararması kadar.. anlamsız.

Hayatımız çok seviyesinde, hiç doğru oranda olmadığı gibi.
Ne bir eksik ne bir fazla..

Sevinçlerimiz üst boyutta,
Hüzünlerimiz ise bizi yok edecek gibi.

Belki de,
Bir kuyunun içine itilmiş, kimse senden haber alamayacak sanırsın.
Ölecek gibi hisseder, ölmeyi istemediğin kadar ağlarsın.

...

Silahı başımıza dayamışız. Ya hayatımızı bir merminin soğukluğunda yaşayacağız ya da tetiğin ileri atılıp çıkardığı bir "tık" sesi kadar mutlu olacağız.