28 Ekim 2011

Bu blog ne ayak?

Blog nedir?

Blog bi bok değildir. Boktan da öte değildir. Mide bulandırıcı bir giriş oldu; fakat özü budur.

Blog nasıl yazılır?

Blog yazılamaz deyip yazıya sıçmak istemiyorum şimdi. Şöyle açıklıyım: Bloga girilen ilk yazılar pek bir dandik oluyor. Aralarda bir kendini buluyorsun, sonradan da mala bağlıyorsun(mala bağlamayı açıklıcam aşağıda) Nasıl yazılırdan öte, nasıl yazılmalı diye soruyorum ben kendime ve pek de ideal blog seviyesini yakalayamıyorum. Benim gördüğüm kadarıyla blog yazısı, daha ilk cümleden okuyucuyu çekmeli. Ya okuyucunun çok ilgilendiği bir konuya denk gelecek ya da 2-3 paragrafı geçmeyecek, o zaman blogun okunma değeri oluyor. Eğer yazı uzunsa okunmuyor. Ha dandik fotolar varsa da okunmuyor, bunu da belirtiyim. Yazı karakteri düzgün olsun, yazılar rahat seçilsin, güzel bir foto, araya da birkaç cümle serpiştir al sana ideal blog.(bu yazdıklarım benim için geçerli değil, genel blog havası böyle)

Blog neden yazılır?

Blog içini dökme yeri. Canın sıkılınca yazılıyor genelde ve ben o tür yazıları hiç okumuyorum! V.Ö. tabiriyle kaçarak uzaklaşıyorum.(mala bağlama bölümü). Eğer bir yazıda “canım çok sıkıldı”, “bişeler saçmalayacam şimdi”, “hah nerede kalmıştım ya” tarzı şeyler görünce kaçıyorum diyebilirim. İnsan, 5 tane bu tarz yazı giriyorsa, 1 tane de nitelikli bir yazı giriyor. O yazıyı kaçırmıyorum işte. Çoğu zaman da şöyle güzel bir yazı olsa da okusam diye kendimi yiyorum açıkça söyliyim.

Blog hakkında pek olumlu şeyler düşünmüyorum görüldüğü üzere.

Kendime bakıyorum: En çok okunanlar bölümümde başı Alo çekiyor. O yazının da içeriğinde sekreter falan vardı. Erotik içerikli olduğu için herhalde, abazan tayfa Google'dan direkt benim bloga düşmüş. Hatunun fotosunu farklı kaydet yapıp tüymüş. İkinci sırada Hayat bu kadar basit var. O da ilk yazım olduğu için(diye düşünüyorum) o kadar okundu ve geliyoruz asıl ölçüte: Kız bloglarının olmazsa olmazları. İlk iki yazı torpilli olduğundan benim gözümde bu yazı, en çok okunan yazım. İçerik aslında kız bloglarına sitem niteliğinde, fakat başlıkta "kız blogları" kelimelerinin geçmesi sanırım dikkat çekti ve haylice okundu. Diğer yazılarımın da böylesine okunmasını isterdim, ama insan her zaman ciddi yazılara odaklanmakta, yani o ruh haline girmekte zorlanıyor. Hak veriyorum.

Yani blogumun okunma değerlerine göre:

Erotik içerik > hayat meselesi > kızlar ve blogları > hayvanlara verdiğimiz değer > teknoloji


Benim görüşüm: Sanat, toplum içindir. Yazılarım okunmadığı takdirde ben yazma ihtiyacı duymuyorum, ne kadar okunursa ben yazmaya o kadar teşvik oluyorum. 

Son olarak şunu da söylemek istiyorum(biraz öz eleştiriye kaydım hazır): Takip ettiğim blogları okumadığım zaman kafayı yiyorum. Bir şekilde hepsini okumalıyım. Hadi bişe oldu diyelim, 3 gün internete giremedim. Girdiğim zaman 3 gün boyunca düşen bütün yazıları oturup okuyorum. O zaman da belki 500 tweet atıldı, açıyorum hepsine bakıyorum. Böyle bir hastalığım var. Okulda da aynı şekilde, sürekli bir takip içindeyim dersleri. İyi bir şey mi bilmiyorum. Gereğinden fazla önem verdiğim değerlerim var hayatımda.

25 Ekim 2011

Onu öldürmeliyim

Baş aşağı yere düşmüştü. Burnundan kan geliyordu. Yanağı mosmordu. Ellerini ise hissetmiyordu. Yüzüstü hareketsizce yatıyordu. Vücuduna yayılan karşı koyamadığı bir yanma hissi vardı. Gözlerini açtı, ama her şey bulanıktı. Hafif hafif kar yağıyordu üzerine. Gecenin karanlığı sokağa daha yeni vurmuştu. Kuytu bir köşeden kulakların pasını silen kuş sesleri geliyordu. Yavrusunu besliyordu dişi kuş. Bu ayazda aç kalmıştı yavruları. Sokağı kaplayan bembeyaz kardan çarşafa kırmızılık yayılıyordu. Gittikçe beyazlık yok oluyordu, kuş sesleri kulak zarlarını deliyordu. Vücudu alev alev yanıyordu. Arkasındaki binanın kapısı açıldı. Ona doğru birinin geldiğini duyuyordu. Kuşlar resitale ara vermişti sahneye eşlik edercesine. Yavruların karınları doymuştu aslında. Adamın arkasındaki ses iyice yaklaştı, sağ kolunun yanında durdu. Ayaktaki bir iç çekti, endişeliydi. Eliyle sakallarını sıvazladı. Etrafa baktı hızlıca. Kimseler yoktu. Kanlı çarşaf ayaktaki adama yaklaşıyordu yavaş yavaş, bir adım geri attı. Ne yapacağını bilemiyordu, ayağıyla hafiften dokundu, ölmüştür diye düşündü. Nefes alıp vermesini gördüğü halde ölmeme ihtimaline katlanamıyordu. Ölmesi gerekirdi. Az önce onu öldürmüştü. Sekizinci kattan aşağı atmıştı onu, kesinlikle ölmüş olmalıydı. Belki de bu son nefesiydi, diye düşündü. Bir yandan adam, yerdekine bakıyor; bir yandan etrafı kolaçan ediyordu. Biraz olsun içi rahatladı, etraf sakindi. Ellerini beline koydu, düşünmeye başladı. Gökyüzüne baktı. Kar, cinayetine eşlik ediyordu. Karın temizliği cinayetini temizliyordu. Kanlı çarşaf, kaynağından uzaklaşmıştı; eskisi gibi beslenemiyordu. Kurumaya başlıyordu. Temiz kar hükmünü sürdürmeye devam ediyordu. Birden parmaklarını oynattı yerdeki, yanan vücuduna soğuk işlemeye başlamıştı. Ayaktaki adam bir adım daha geri gitti korkudan. Gözleri yerinden fırlayacakmış gibi hissediyordu. Rüya görüyor olmalıyım, diye düşündü. Bu imkansızdı. Peki neden aşağı inip kontrol ediyordu onu? O da bu kadar rahat kurtulamayacağının farkındaydı belki de. Yıllardır onunlaydı sonuçta. O ne hisseder, o ne düşünür, hepsini biliyordu. Yerdeki adam ayaklarını oynattı, ayağa kalkmaya çalışıyordu! Ayaktaki adam hemen yukarı, evine koştu. Heyecandan nefes alamıyordu, bütün çekmeceleri yere döktü. Bulamıyordu bir türlü. Neredeydi? Nerede? Aniden hatırladı, yastığının altındaydı; fakat geç kalmıştı bulmakta. Geri döndüğünde adamı göremedi. Kaçmıştı! Bir iki damla kuruyan kan gördü sağ tarafa doğru giden. Oraya koşmaya başladı. O haldeyken uzaklaşamazdı. Onu öldürmeliyim! Karanlıkta hiçbir şey göremiyordu, kar şiddetini arttırmıştı. Yaklaşık 10 dakikadır etrafta bilinçsizce koşuyordu ama ondan tek bir iz görememişti. Sanki uçup gitmişti. Ayağı taşa takıldı, tepetaklak yere düştü. Kafasını kaldırıma vurdu...... Bir ormandaydı şimdi, sonbahar yaprakları yeri örtmüştü. Güneş batmak üzereydi. Yüzükoyun yerde yatıyordu. Ellerini iki yana açmıştı, gökyüzüne bakıyordu. Yağmur çiseliyordu. Arkasından yaprak hışırtıları duydu, biri yaklaşıyordu. Tam başının yanında durdu, ona eğildiğini hissetti. Bir şey dedi, ama anlayamadı. Ardından alnında bir soğukluk hissetti, buz gibi bir metal parçasıydı bu. Tetiğin o ince sesini duydu ve...... Kuşlar uçuştu. Orman sakinleşti. Adam yavaşça ayağa kalktı. Ruhu ondan kurtulmuştu.

23 Ekim 2011

Karanlık

Kız sokakta usulca yürüyor. Gözü telefonunda. Parmakları dans ediyor. Gülümsüyor birden. Gözlerinin içi gülüyor, güzel dişleri ortaya çıkıyor. Yürüyüşü biraz yavaşlıyor, o anın tadını çıkarıyor. Böylesine ruhunu okşayacak ne olmuş olabilir? Bu kadar tatlı gülümsemesini ne sağlamış olabilir?


Telefonun çalar, hemen kalkıp gidersin telefonla, konuşmaya başlarsın onunla. İsmini duyunca için cız eder ya, kalp ritmin hızlanır, dış dünyadan koparsın.

Onu düşündükçe kokusu aklına gelir buram buram. Hayallerinde bile boynunu koklarsın, içine çekersin kokusunu. Yemyeşil bir ovada çiçeklerin içinde bulursun kendini, güneş vücudunu ısıtır, kuşlar etrafında döner sanki. O gelir, yanağına bir öpücük kondurur ve “seni seviyorum” der. Gözlerini kapatırsın, yaşadığını hissedersin.

Bazen o kadar bunalırsın ki bu saçma hayattan seni kurtarması için dua edersin. Elini verirsin ona, çeker alır seni yanına. Etrafındaki her şey bulanıklaşır o zaman, anlamsız gelir. Berrak olan tek şey onun güzel gözleridir.

Karanlığın içinde parlayan tek bir şey var. O hayatımızdaki bilinmezliği, önümüzdeki karanlığı yok ediyor. Hayatımız aslında o kadar karanlık ki gözlerimizi açmaya korkuyoruz.

...

Bu geleceği olmayan dünyada karanlığa hapsolmuş, aşkı arayan zavallı canlılarız hepimiz.

15 Ekim 2011

Yağmur Adam vs. Şemsiye Adam

İki üç gündür Ankara, Bristol havasını yakaladı çok şükür. Kapkaranlık sabahlara uyandık, yer gök inledi, bol bol yağmur yağdı, hatta dolu yağdı(kafamızı kırdı).

Yağmur yağınca kendimi daha da kaptırdım Chillout'a. Depresif depresif dolaşıyorum etrafta. Hala dıptıs müzik dinleyen varsa, 2011 summer hits albümünü masaüstünden kaldırma vakti geldi de geçiyor bile. BPM'i düşür biraz koçum.

Bu günlerde etraf Yağmur Adam ve Şemsiye Adamlarla doldu.


Yağmur Adam ya hayata karşı asi oluyor ya da romantik takılan bir lavuk oluyor. Sabah kalkıyor, sigarasını yakıyor. Açıyor Ekşisözlük'e bakıyor, keh keh gülüyor. Koltuk altını kokluyor, ona göre duş alıyor. Okula/işe 15 dakika kala evden çıkıyor. Hızlı hızlı adımlarla dolmuş durağına gidiyor, kulağına siyah kulaklıklarını takıyor, içinde bol bol distortion bulunan şarkılar dinliyor. Yağmur yağarsa kafayı biraz öne eğiyor. Sırılsıklam oluyor, ama sallamıyor. Ve bu haldeyken dolmuşa biniyor ki... İşte burada benim hayranlığım başlıyor.

Adam ıpıslak halbuki ben evden hiç çıkmamışım gibi oturuyorum yerimde. Biniyor dolmuşa, bir afra tafra, böyle elini kolunu sallıyor, paçalarını silkiyor. “Ehhh be ne ıslandık amuğaa koyim” diye bakışlar atıyor etrafına. Saçlarının suyunu sıkıyor. Telefonunu kontrol ediyor hala çalışıyor mu diye. Öyle havalı, öyle asi ki kelimeler yetmez, görmeniz lazım. Adam dünyaya kafa tutuyor.

Romantik Yağmur Adamın pek bir numarası yok. O yağmur altında ayaklarını yere sürte sürte yürür. Sağına soluna bakar masumane gözlerle ve gülümser sürekli. Hay ben senin kafana sıçıyım Romantik Yağmur Adam emi! İnşallah zatürre olursun. Lavuk herif.

Şemsiye Adam ise sabah kalkar, duşunu alır. Kahvaltısını yaparken tabletinden gazetesini okur. Okula/işe gitmeden önce hava durumuna bakar. Ona göre giyinir, şemsiyesini alır. Dişlerini fırçalar, parfümünü sıkar, dışarı çıkar. Açar şemsiyesini, takar beyaz kulaklıklarını, yağmurda ıslanan insanları seyreder. Apartman girişlerine saklanmış insanlara bakar. Elindeki çantasını iyice kendine yaklaştırır ıslanmasın diye. Biner dolmuşuna, oturur mis gibi. Parayı uzatırken sol kulaklığını çıkarır, inmek istediğinde sağ kulaklığını çıkarır. Zamanında gider okuluna, mükemmel insan modeli.

Yağmur Adam ıslanmaktan gurur duyarken, Şemsiye Adam kuru kalmaktan gurur duyar ve hiçbir zaman biri üstün gelemez.

Çocuk olmak güzeldi

Aile bir araya gelir, annen seni küçüksün diye erkenden yatırırdı. Çocuğun aklı hep o konuşmalarda kalırdı. Onlar mutfağa toplaşıp dedikodu yaparlardı, sen ise uzak diyarlardaki bir odada, gözlerin açık, “ne uydursam da mutfağa gitsem” diye düşünürdün. Bir saat sonra kalkardın, gidip mutfağın kapısından gözlerin kısık kısık içeri bakardın. "Susadım ben" derdin. Teyzen “ay kıyamam” diye yanına gelip, seni mıncıklamaya başlardı. Çünkü çocuğun en güzel hali uykudan yeni uyandığı haliydi.

O bir avuç mutfakta bütün aile muhabbet ederdi, sen de oturup konuşulanları dinlerdin. Arada teyzen seni işaret edip "şşştt" derdi. Bir şey anlarsın diye korkardı. Sonra biraz süt içerdin, uykun gelirdi hemen. Gözlerin kapanmaya başlardı. Uyumak ne hoşuna giderdi o sıcacık mutfakta, bitmek bilmeyen konuşmalar arasında. Orada uykuya dalardın, annen seni kucağına alıp yatağına götürürdü.

O zamanlar güzeldi. Çocuk olmak güzeldi.


11 Ekim 2011

What is the Matrix?

Kadrajda simsiyah bir çift bot görünüyor. Kapıdan içeri giriyor yavaşça. O anda bütün gözler adamın üzerine kayıyor. Etrafına bakıyor adam, elindeki çantayı x-ray aletine bırakıp kendisi de x-ray'den geçiyor. Aletin uyarı sesi her yeri çınlatıyor. Bir tane görevli geliyor adamın yanına, “üzerinizdeki metal eşyaları, anahtarları vs. çıkarır mısınız?” diye soruyor. Adam cevap vermeden, yere kadar uzanan pardösüsünü açıyor. Adam adeta yürüyen bir cephane! Görevlinin gözleri yerlerinden fırlıyor. O an sert bir darbeyle adam, görevliyi yere indiriyor. Diğer görevlileri de çabucak öldürüyor, fakat birini gözden kaçırıyor. Sıvışan görevli hemen telsizine uzanıyor, “destek! Destek gönderin” diyor. Birkaç saniye içerisinde bütün giriş bölümü askerle doluyor ve aralarından biri şöyle bağırıyor: “kımıldamaaa!!!!” ve müzik giriyor.(tıkla)

O unutulmaz sahne ve o unutulmaz müzikten girmek istedim konuya, zira o bölümü kaç kere izledim ben sayamadım. Ortaokul dönemimde filmi 8 kere izlediğimi hatırlıyorum lakin(saymıştım cidden). O zamanlar hayatımıza inanılmaz bir etki yapmıştı film. Bütün kızlar Neo için ölüp biterken erkekler onun taktığı gözlüğü, pardösüyü, botu arıyorlardı sağda solda.

Günde iki kere izlediğim de oluyordu filmi, o kadar da hoşuma gidiyordu ki Neo'nun aldığı nefese, yaptığı mimiklerine; Morpheus'un gözünün döndüğü, terinin aktığı yere kadar ezberlemiştim filmi. Böylesine delirdiğim halde filmin konusunu anlayamıyordum. Ünlü kırmızı koltuklu sahneden geriye kalan bir Duracell pildi. Film hakkında dönen kırmızı hap mı mavi hap mi geyiği, kahinin düşen vazoyu bilmesinden ibaretti her şey. Hoşumuza giden aksiyon sahnelerini anlatırdık birbirimize, ne Zion'dan haberimiz vardı, ne filmin felsefesinden, ne de isimlerin anlamından. “Öğrendim de noldu sanki” diyorum bazen. O eski, bilinmeyen haliyle daha güzeldi.

Filmi iyice sindirdikten sonra soundtrack albümünü almıştım. Her gün walkman'ime takar, sabah akşam dinlerdim o kaseti. Zaten film müziği açısından da devrim yarattığı yadsınamaz bir gerçek. O kadar gaz şarkılar vardı ki albümde, dışarı çıkınca Neo olurdum adeta. Ben yürürken sanki herkes bana bakardı. Ağır adımlarla geçerdim insanlar arasından.

O güzel müzikler arasından benim aklımda bir şarkı kalmıştı, hep merak etmiştim onu ama bir türlü bulamamıştım, albümde de yoktu. Uzun süre aradım, sonra da unuttum gitti. Geçen zaman içinde Massive Attack ile tanıştım. Dissolved Girl'ü dinlerken inanılmaz bir flashback yaşadım, aradığım şarkı buydu! İsmini bilmediğiniz, ama sürekli kafanızda dönen şarkılar vardır. Herkes yaşar bu hissiyatı. Çalan şarkının o sahnedeki şarkı olduğunu öğrenmek beni çok mutlu etmişti. Hatta o derece ki üstteki screenshot o bölüme ait.(sahneyi izlemek için tıkla)


O zamanlar yaşadıklarım şimdi biraz şekillendi, artık istem dışı olarak Neo gibi olmaya başladım. Gece oldu mu kulaklığımı takıp Massive Attack açıyorum, sesi sona vurup kafamı masama koyuyorum. Müziğin ve gecenin ruhumu alıp götürdüğü o anın tadını çıkarıyorum.

7 Ekim 2011

Yaşadığını hissediyor musun?

Sen benim gözümde bir hiçsin. Konuşmayı bilmeyen, leş gibi kokan, paçavralar içindeki bir kapıcı parçasısın. Hayatta kalabilmek için seni küçük görüyorum. Yaşadığımı bu şekilde hissediyorum, adeta damarlarıma kan pompalanıyor.
Farkında değilsin belki ama insanları küçük görerek yaşamını sürdürüyorsun. Bu şekilde kendine paha biçiyor, insan olduğunu hissediyor, kendini bir yere koyuyorsun bu hayatta. Önünde düşen adamı görünce gülmek, sana aykırı gelen tiplerle karşılaşınca dalga geçmek, hayatında hiç kitap okumamış insanları cahil olarak göstermek istiyorsun.

Doğamız gereği insanlar üzerinde üstünlük kurmaya çalışıyoruz. Ben benden az kazanan insanı, sen senden az kazanan çaycıyı, çaycı evinde oturup karısının getirdiği parayla içki alan yan komşusunu, içki içen yan komşu hiçbir işe yaramadığını düşündüğü ev sahibini, ev sahibi daha toplama çıkarma bilmeyen oğlunu, oğlu ise sokakta mendil satan çocuğu küçümsüyor.

İnsanların hayatlarını boş görmeye devam ediyoruz bu şekilde. Onları basit olarak kafamızda belliyoruz, çünkü doğru olan bizim hayatımız. Kendi hayatımız. Ben bir sağlık ocağında yerleri siliyor, akşam eve gidip karımla vakit geçiriyor ve sonra da yatıyor, bunun dışında da hayatımda hiçbir şey yapmıyor olabilirdim. Yine de bu hayatı en doğru hayat olarak görürdüm. Sen bütün gün bilgisayar başında, hiç dışarı çıkmayarak internetin nimetlerinden yararlanıp pratik ve hızlı bir hayat sürebilirdin. Bu hayatın da en doğru hayat olduğunu ve çöle düşen bir yağmur damlası kadar değerli olduğunu düşünürdün.

İşin ilginç tarafı senin bu küçük gördüğün insanlar da başkalarını küçük görüyor, fakat bunun farkına varmak oldukça zor. Zira böyle bir şeyle karşılaşmadıysan, o insanlar hayatlarını hep en alt tabakada geçiriyormuş gibi düşünürsün:

Bir insanla tanışırsın, arkadaş olursun. Bir zaman sonra onun aslında ne kadar boş bir insan olduğunu fark edersin. Ne okuduğu kitaptan adam akıllı kendine bir pay çıkarıyor ne izlediği filmin kurgusunu anlıyor. Ne gezerken etrafta olan bitenden haberdar ne de dinlediği müzikten. Bomboş bir hayat sürüyor bana göre. Ama sadece bana göre. Çünkü o mükemmel bir hayat yaşadığını düşünüyor. Her türlü zevki tattığını, hatta diğer insanların bu zevkleri tadamayacağını, kendinin en üst mertebedeki insan olduğu düşünüyor.

Yaşam enerjini alıp götürecek bu insanlar, sen kendi hayatının doğruluğunda ilerlerken, o kendi doğrularını sana dayatacak. Açıklayamasak da birbirimizi küçük görmeye devam edicez. Sokakta mendil satan çocuk para kazanırken, yaşıtlarına okulun salakça bir yer olduğunu söyleyecek. Yaşıtları ise onu sokaklarda paralanan kara cahil olarak görecek.

Ve bu şekilde hayat sürüp gidecek...

3 Ekim 2011

Şartsız eğitim

Eline bir sayfalık yazı alırsın, birkaç kelimesi seni çekti diye okursun. Bu yazı fazla bir zamanını almaz ve sonuçta okuduğun şeyden memnun olmasan bile sorun etmezsin... Sana verilen 1000 küsur sayfalık bir kitabı alırsın eline. Sabırla okursun sonuna kadar. “Bu muydu yani?” diye sorarsın. İşte bizim eğitim sistemimiz bu şekilde. Sonu gelmeyen birbirine sımsıkı bağlanmış boşluklardan ibaret. Daha samimi olmam gerekirse, eğitim sonunda insan “bu muydu amına koyim?” diye soruyor.

Dışarıdan baktığımızda çok güzel bir kapağı var bu kitabın, başlığı ise insanın merakını uyandırıyor. Kitabın arkasında mükemmel yazarlardan kitap hakkında mükemmel yorumlar var. Kitabı açıp bakıyorsunuz ki berbat bir üslup, beş para etmeyen sentaks dizilimleri.. Kitabı açmama gibi bir seçeneğiniz de zaten yok.
Günümüzde daha bölümünün neye hizmet ettiğini bilmeyen, okul bittiğinde ise ne yapacağı hakkında en ufak bir fikri dahi olmayan insanlar görüyoruz. Lisedeyken tek hedef sınavı geçip üniversiteyi kazanmak iken üniversitede hedef sizin belirlediğiniz yöne doğru gidiyor. Yani bir yöne doğru gitmiyor.

Üniversite insanın gözünü ilk dakikadan boyayan bir şey. Ders aralarında çimlere yatıp geyik yaptığın, sürekli çay kahve içtiğin, istediğin gibi giyinebildiğin, arkadaşlarının öğrenci evlerinde poker batak oynadığın, sürekli bir sevgili arayışında olduğun bir yer üniversite. Bu kısım kitabın kapağı. Fakat bu söylediklerim sadece ilk sene için geçerli, yani kitabın kapağını kaldırdığınız ana kadar.


Öğrenci zihniyeti öyle bir hal alıyor ki askerlikten farkı kalmıyor. Neden diye sorma, sadece yap. Küçüklükten beri edindiğin o alışkanlıkları üniversitede yaşamayınca yer çekimini bulmuş gibi seviniyorsun. Hoca sınıfa girince ayağa kalkman gerekmiyor, rahatlıkla su içebiliyorsun, telefonun çalarsa çıkıp konuşabiliyorsun. Bunlar da kitaba yapılan mükemmel yorumlar. Üniversite sırf bu rahatlıklara sahip olduğumuz, yapılan temele binayı oturtacak bir kurum gibi görülüyor.

Ders anlatmaktan, sınav yapmaktan nefret eden hocam var benim üniversitede. Daha çeviri yapamayan, gelmeden önce hazırlık yapmaya üşenen hocam var benim üniversitede. Böyle bir ortamda öğrencilerden ne umuyorlar, bilmiyorum. Birbirini küçük görmeye örülü bir sistem var. Bu sistemin kalbi ise üniversitelerde atıyor. 2. Dünya Savaşı'nın tarihini bilmiyor diye ağzına sıçılan öğrenciler var bu sistemde. Dine karşı sempatisi olmadığı halde dua ezberleyen, müzik kulağı olmadığı halde çalamadığı şarkının cezasını kafasında parçalanan blok flütüyle ödeyen öğrenciler var bu sistemde. Çocuklar böyle eziyetlerden geçip bir de üniversitede hocası tarafından azarlanıyor. Bu da kitabın içeriği.

Nadasa bırakılmış toprak gibi hissediyorum kendimi, tek farkım sonraki senede verimli olamayacağım. Okullar açılınca normal yaşamım duruyor, sadece ders çalışmak var oluyor. Çoğu insan kendi için zaman ayıramadığını söylüyor. Ben öyle düşünmüyorum. Zamanın olmaması gibi bir durum yerine, yoğunlaşabileceğimiz bir boşluğumuz yok. Kendime baktığımda, tabi ki yazı yazmak için zamanım var; ama okul o kadar yoruyor ki kafanı, istediğin bir şeye odaklanamıyorsun. Daha da kötüsü okul döneminde ders dışında yaptığın her türlü aktivite sana evlat acısı gibi geri dönüyor. Kendini kötü hissediyorsun, hep ders çalışmalıymışsın gibi hissediyorsun.

Zaten öğrenci sabah-öğlen derse gider, akşam da ev ödevi yapar. Evde ne yapacağımıza bile onlar karar veriyor.
Boş öğretmenlerin boş derslerinde kitapta yazılan boş bilgileri bize anlattığı ve bizim de bu boş dersleri boş boş çalışarak ve hiçbir şey öğrenmeyerek geçtiğimiz gerçeği eğitim sistemimizin en acı yanı.