4 Kasım 2015

Emanci

Emancipator(Douglas Appling) abi,

İlk mektup deneyimim olduğu için az da olsa heyecanlıyım. Hayatımın her alanına nüks ettiğin için blogumda sana yer vermemek olmazdı. İnsanlara senden bahsederken Emancipator, yalnız kaldığımızda ve müziklerine dalıp gittiğim zamanlarda ise Emanci diye sesleniyorum. Umarım bu kısaltma seni üzmez. Zira şu zamana kadar bütün şarkılarını çok kez dinledim ve ister istemez müziklerine ve sana karşı bir yakınlık hissediyorum. Kısacası yolda yürürken, kitap okurken, eve yorgun argın gelip yatağa uzandığımda, yemek yerken, su içerken, banyo yaparken, yani hemen hemen her alanda arka planda senin şarkıların çalıyor. Bilmem bu durum seni mutlu eder mi?

Uzun süredir sana yazmak istiyordum aslında, nitekim bugünü uygun gördüm. Bugünü uygun görmemde ise mükemmel bir neden var. Çünkü bugün bir mail geldi(yok senden değil). Tura çıkıyormuşsun, hayırlı olsun. Turda ben hangi avrupa ülkesinde seni yakalayayım diye bakadururken bir de ne göreyim, tur güzergahına İstanbul’u da eklemişsin. Durup bir nefes aldım. Sonra bir daha baktım; zira gözlerimden yaşlar geldi ve tam okuyamadım o anda. Haberi alır almaz, dostum Mjora’ya müjdeyi verdim ki ikimiz de köpek gibi hayranınız. Bonobo, Moderat, Flashbulb, Massive Attack gibi daha ismini buraya yazmadığım bir sürü grubu dinledikten ve hatta bizzat konserlerine gidip izledikten sonra seni keşfettik. Yani Emanci abi sen bizim için bulunmaz bir nimetsin. Senin müziklerin ruhumu dinlendiriyor. Mesleğim uçuculuk; lakin gerçek manada seni dinlerken uçtuğumu hissediyorum. Bak bu kesinlikle seni mutlu edecektir! Mektubu Türkçe yazdım; biliyorum, anlamayacaksın; ama bu güzel hislerimi İngilizce yazarak heba edemezdim. Kendi dilimde, kendi tarzımla mektubumu yazmak istedim. Merak etme, hep güzel şeyler yazdım. Geldiğinde de bir imzanı alabilirim umarım. Kendine iyi bak Emanci.


Evet, ben ise bahsi geçen mjora, sevgili Douglas Appling sana yazıyorum, tabi böyle açık bir mektup olduğu için sadece içimden geçen hisleri samimi şekilde yazmak istedim. Müzik, benim için çok anlamlı bir şey tabi ki(herkes için olduğu gibi(!), yani sadece müzikleri dinlemek değil onlara anlam da yükleyen birisi olarak sana diyeceklerim hiç de az değil. Birçok insanın, işte güzel müzik -sözsüz ama- hoş müzik dinliyorum ara sıra dediği bir müzik türü yaptığından değil aksine sevgili uyumayanses’in de dediği gibi hayatımın her alanına işlemiş müzikleri yaptığın için sana minnettarım. Burada aslında şunu da belirtmem lazım Emancipator, Bonobo, Flashbulb gibi hayatımın her alanına nüfuz etmiş, yaşamımın arka planını oluşturan seslerin varlığını bize sağladığın için sana teşekkür etmem lazım.Yoksa ne yapardık diye düşünüyorum gerçekten. Yani bu müzikler olmasa sanırım sıkıntıdan ölürdüm bu dünya üzerinde. ”Neden bir müzik insana böyle hissettirir ki” sorusunun cevabı ancak bizim gibi düşünen kişilerin anlayabileceği ve özümseyebileceği bir cevaptır.


Türkiye’ye geleceğini duyunca çok sevindik tabi ki o gün orada olacağız ve With Rainy Eyes ile coşacağız. “Yakında ateş yakacak kadar soğuk olacak” dediğin albümle ‘chill’ soundun ile tekrar içimizi ısıtacağını biliyoruz. Bunun için zaten bu mektubu yazmış olduk. Tekrar teşekkürler… Sana ve bu müziği yapan herkese teşekkürler… İyi ki varsınız  (:


Uyumayanses - Mjora ...2015…

4 Ekim 2015

Göz yaşı

Bu sarı çizginin arkasında huzur yatıyor. Pütürlü yüzeyi ayağımı gıdıklıyor, yüzüme neşe saçıyor. Yüzümdeki kaslar hareket ediyor ve gülümsüyorum. Yıllardır sahip olduğum bu kaslara hiç ihtiyaç duymamışım. Süregelen hayatı sıradan ve durağan geçirmişim. Bunu ben söylemiyorum, hayır. Bunu yüzüm söylüyor. Yürüdüğüm yolda ise tek bir gerçeklik var: o da aşk. Aşkı irrasyonel bir kavram olarak gören ruhum, kendinden geçmiş. Beynimin tek bir isteği var: yola devam etmek. Bir adım.. Bir adım daha.. Adımlarımın ardı kesilmiyor, koşmaya başlıyorum. Adeta kendimi Trainspotting’in sahnesinde buluyorum; lakin bilinçsizliğim nedeni aldığım bol yan etkili, ücra köşelerde satılan uyuşturuculardan değil. Kendimi sıra dışı ve öteki hissediyorum. Gözlerimi kapatıp burnuma gelen kokuları def ediyorum. Yanlış bir dil konuşuyorum ve nefesimi düzenliyorum. Kapılar açılıyor önümde birer birer ve sonunda arzuladığım kapıdan geçip aşka kavuşuyorum. Ağlıyor. Aramızdaki soğukluk, odanın soğukluğu ile yarışır halde beni karşılıyor ve aşkıma sahip oluyorum. Ona dokunur dokunmaz sıcaklığını hissedebiliyorum. Hayat çok çabuk değişiyor. İnsanlar ise hep sabit kalıyor. Sadece geride kalan olmadığım için böylesine dik durabildiğimi biliyorum. Göz yaşlarımın dışa vurulmaması bu sebepten. Yoksa bir an duramam, yanaklarımdan yavaşça salardım onları. Geriye bakarken hep o paylaştığımız yatak geliyor aklımda. Bir başına kalınan ve üzerinde nice göz yaşları dökülmüş yatak. Seni hiç unutmayacağım.

7 Eylül 2015

Yeni Canavar

Düğmeye basıyorum ve saymaya başlıyorum. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz; siyah ekran yerini gri ekrana bıraktı; on, on bir, on iki, on üç; mavi bir ekran beliriyor; on dört, on beş, on altı, on yedi, on sekiz; ünlü pencereler görünüyor; on dokuz, yirmi, yirmi bir; pencereler yok oluyor ve masaüstü beliriyor; yirmi iki, yirmi üç, yirmi dört; masaüstü simgeleri çıkıyor; yirmi beş, yirmi altı, yirmi yedi, yirmi sekiz; sağ alttaki ne olduğunu bilmediğim simgeler doğuyor, kayboluyor; yirmi dokuz, otuz, otuz bir, otuz iki, otuz üç; anti-virüs devreye giriyor ve bu esnada fare ile bilgisayar imgesine tıklıyorum, ama cevap gelmiyor ve bunun üzerine dört kez daha bilgisayar imgesine tıklıyorum; otuz dört, otuz beş, otuz altı... elli dört, elli beş ve sonunda klasörler açılıyor. Varmak istediğim yere neredeyse bir dakika sonra eriştim. Tam da bu anda bilgisayarın kapağını çarparak bilgisayar hazretlerini uyku moduna aldım. Çünkü kendisi hâlâ uykuda ve bunun farkında değil. Sabah okula gitmemek için annesine "beş dakika daha" diye yalvarırcasına uyumaya çalışan haylaz bir öğrenci edasında hayatını idame ettiriyor. Bana göre tüm eşyaların özel hayatı var. Zihnimde onları konuşurken veya yemek yerken hayal ediyorum. Bu yüzden bilgisayarıma istediği uykuyu hediye ediyorum ve dışarı çıkarken onu da çantama atıp götürüyorum. Çünkü kendisi bir bebek gibi dışarıda gezdirilirken uyumaya bayılır.

Tabelada "eski bilgisayarınızı getirin, yeni bilgisayarınızı götürün" yazıyor. Kapıdan içeri dalıyorum ve beni bir dallama karşılıyor. Radyasyon içinde beklemekten beyni yanmış, tek gözü yarım kapalı, ağzı yayık, buram buram deodorant kokuyor, elleri arkasında beni karşılıyor. Aklıma bazı temel eğitim dersleri geliyor. Elleri arkasında duran ve benimle konuşan, cevap olarak başını ileri geri hareket ettiren zavallı insan. Merhaba!  Çantamdan bilgisayarımı çıkartıp "işte bu eski bilgisayarım, yeni bir bilgisayar istiyorum" diyorum. Elimden bilgisayarı alıp bir masaya götürüyor, bilgisayarı incelemeye başlıyor. Sonucunda "100 lira" diyor. "Süper! Alıyorum, şu güzel, şunu alıyorum" diyorum. Yüzüme ters ters bakıyor. Beyefendi, diyor. "Bilgisayarınız 100 lira eder en fazla" diyor. Hatırladığım kadarıyla geçen yaz bu cihazı 1349 liraya almıştım. Şu anki eder değeri 100 lira. Kapitalizme ve birçok adını bilmediğim -izm'e küfür ediyorum.

Nihayetinde bir bilgisayar beğeniyorum, fiyatı 3000 lira. Dallamanın söylediğine göre kendisi bir "Canavar". Neyi Canavar bilmiyorum ama anladığım kadarıyla çok hızlı, ben daha tuşlara basmadan internet tarayıcısını açıyor olmalı. Bilgisayar bana 2905 liraya geliyor. Git gel 5 lira da yola vermiştim, hesaba onu da katıyorum. Eve varır varmaz, bilgisayarın kapağını açıyorum ve "power" tuşuna basıyorum. Elma parlıyor. Bir, iki, üç ve açılıyor. Canavar'a bakıyorum. Şu an karşımda gerçekten bir Canavar var, gözlerime inanamıyorum. Normal zamanda bilgisayarın açma düğmesine basıp o açılana kadar çişe gittiğim için şu an çişimi hâlâ tutuyorum. Anlaşılan o ki bu Canavar'ı açmadan önce o sorunumu gidermeliyim.
Canavar ile tam 2 ayımızı devirdik. Her şey çok güzel gidiyordu, lakin bir gün işten eve döndüğümde kapımın yarı açık durduğunu ve içeri girdiğimde de Canavarımın ve birçok orta halli cihazımızın çalındığını gördüm. Polisi aradım, ilanlar verdim; ama nafile.. O günden beri kendimi yalnız hissediyorum. 37 ekran televizyonum ve siyah beyaz telefonum ile hayatımı sürdürüyorum. Bu durumu gören arkadaşlarım bana yardım eli uzatıyor. Beni evlerine çağırıyor, ben de akıllı telefonlarını kısa süreliğine ele geçirip oyun oynuyorum, tabletleriyle internette geziniyorum. Bu yaşamım yaklaşık bir yıl sürdü ve nihayetinde para biriktirdim, artık bir bilgisayar alabilirdim. Arkadaşımın bilgisayarında ilanlara bakarken gözüme bir ilan takıldı: "ACİL çok temiz ikinci el bilgisayar adeta bu bir Canavar!". İlana girdim ve açıklamayı okudum: "Çok bir açıklama yazmayacağım, bilen bilir, bu bilgisayar adeta bir CANAVAR. Bir iki üç ve bam! Bilgisayar hali hazırda kullanımınızda.. O an kıpkırmızı olduğumu ve sinirden ellerimin titrediğini hissettim. Aklıma mağazadaki dallama geldi. İstediği olmuştu. Artık gerçek bir Canavar yaratmıştı.

17 Ağustos 2015

Aradaki Fark

Yenikapı - Atatürk Havalimanı Metro Hattı Yenikapı - Hacıosman Metro Hattı

Eskidir                                                             Teknolojik alettir
Ama 3g çeker                                                   Ama şebeke bile çekmez
Aksaray ve Şirinevler’e gider                             Taksim ve Nişantaşı’na gider
Ter kokar                                                          Parfüm kokar
Dörtlü gruplar halinde oturulmaya elverişlidir Karşılıklı, göz göze seyahate uygundur
Sıkış tıkıştır                                                      Bir nebze hareket alanı mevcuttur
Dışarıyı seyredebilirsin                                      Yerin dibinde gider, bir yer göremezsin
Suriyeli ve Arap işgali altındadır                         Elit ve Gezici kontrolü altındadır
Kulaklıksız seyahat edilemez                            İsteğe bağlı kulaklık kullanılabilir
Mecbur kalınmadıkça binilmemelidir Ulaşım için tercih sebebidir

3 Haziran 2015

Terk

Hiç “hata kimde?” diye sordun mu kendine? Bence, hayır. Dün gece televizyon karşısında başlayan ve sabaha kadar süren uykusuzluk halinin gözüne yansıttığı kızarıklık etkisiyle bir başına oturup Arjantin bardağını kafaya dikti. Dimebag Darrell eşliğinde bardaklarını kafaya diken insanlar topluluğunun oluşturduğu izbe bir mekanda arkadaşımın söylediklerini duymaya çalışıyordum. Mekan siyah, insanlar siyah, bira (ucuz)açık sarı ve ben takım elbiseliyim. Oldum olası sigara içen insanları anlamaya çalıştım. Sigara içmeyi denedim; ama sevemedim. Sevilesi olduğundan değil, bağımlılık hissiyatını merak ettim. Arkadaşım sigarasının dumanını suratıma üflediğinde nefretimin pekiştiğini anladım. Suratımı buruşturup kendimi geri çektim, bu sefer de arkadaki dumanlı hava sahasına takıldım. Nefes alamadığımı söyleyip dışarı çıktım.

Bir hata beraberinde diğer bir hatayı getiriyor ve bu da hatalar döngüsünü yaratıyor. Mekana geri döndüğümde arkadaşım yeni sigarasını yakıyordu ve bana bakıp “ben nasıl böyle bir şey yaptım?” diye sordu. Cevap beklediğinden değil; ama yine de cevap verdim. “Salaksın da ondan” cevabımı beğenmedi. Az önceki suratımın hali arkadaşıma geçti. Isınmış birasını kafasına dikip bitirdi ve bardağın dibinden göz göze geldik. Birbirine bakan iki kişi sizi yanıltmasın, ikimiz de bardağın altındaki “hatalıysan iç” yazısına bakıyorduk. Anlaşılan iç iç bitmeyecek bir gece bizi bekliyordu. Arkadaşım gülümsedi ve bir bira daha istedi. Onu hiç aldatmamalıydım, dedi. Or.spu çocuğu, dedim yüzüne bakarak. Sanırım ettiğim küfürler onda bir etki yaratmıyordu. Arkadaşlar arası şahsa edilen küfürler etkisiz eleman görevi görüyordu. Aileye geçilmesi ve işin içine anne, baba, yenge gibi bireyler katılması ise kavga başlatma sebebiydi. O yüzden o kadar ileri gitmiyordum. Arkadaşım 7 sene 4 ay 3 günlük ilişkisini hiçe sayarak gidip bir kızla birlikte olmuştu. Pişmanlık duyduğunu söylese de dediklerine inanmıyordum. Telefonunu çıkardı cebinden, kız arkadaşını aradı, buraya gelmesini söyledi. Sanırım onu öperek, ona sarılıp onu ne kadar sevdiğini söyleyerek hüznünü dindirecekti; ama acısı içinde yer edecekti ve hiç gitmeyecekti. Ona her dokunduğunda yediği boku hatırlayacaktı ya da ben öyle olmasını diliyordum. Sanırım son söylediğim geçerli.
Hatalar döngüsü ise sonucunda mutsuzluğu doğuruyor. Öpüşüyorlar.. Durmaksızın.. Arada dillerini görüyorum, gözümü kaçırıyorum ama karşımdalar, ne yapabilirim? Arkadaşım elini aşağı indiriyor, o açıdan görmediğimi düşünüyor ama kız arkadaşının bacak arasında sürtünmeden dolayı ateş çıkarıyor, görüyorum. Kız ise arada bir bu durumun hoşuna gittiğini göstererek öpüşmelerine es verip nefesini arkadaşımın ağzına veriyor. Bildiğin sevişiyorlar karşımda. Öpüşmelerinden doğan dudak sesleri Pantera’nın içinde boğuluyor. Hafiften kravatımı açıyorum. Senelerdir öpüşmedim. Ayağa kalkıyorum hızlıca ve dönüp tuvalete gitmem gerektiğini söylüyorum. Duymuyorlar beni. Dün gece başkasıyla gönül eğlendiren arkadaşım hiçbir şey olmamış gibi, şehvetle kız arkadaşını öperek bu loş ve pis kokan mekanda onu kendinden geçiriyor. Tuvalete gidiyorum. Kapıdan geçmeden dönüp arkama bakıyorum, arkadaşımın elleri kız arkadaşının göğsünde yer edinmiş, yeni bir ateş peşinde koşuyor. Tuvalette telefonumu çıkartıyorum ve mesaj sekmesine giriyorum.

Hatayı kabul etmek en büyük erdemdir, dostum.. Durma! İtiraf et!

Alıcı:Seval
Mesaj: Erkek arkadaşın seni dün aldattı. Hem de bir orospuyla.. Bir düşman.


Göndere basıyorum ve mesaj uçup gidiyor. Çişimi yapıp masaya geri dönüyorum. Sevişmelerinin bitmesi beni mutlu ediyor. Doğru bir davranışta bulunduğumu düşünüyorum. Kızın bunu bilmesi gerekiyor. Gerçi bu şekilde olmasaydı daha iyi olabilirdi, her neyse.. İkisi de gelen mesajı okuyorlar. Arkadaşım bir kez daha okuyor mesajı ve yutkunuyor. “Allah belanı versin” sahnesini bekliyorum. Yüzüm gülüyor. Seval numaraya bakıyor, tanıyamıyor. Şirket telefonum ilk kez işe yaradı. Mutluluktan uçuyorum. Seval telefonunu kulağına götürüyor. Hayır! Olamaz! Bir dakika! Yoksa? Beni arıyor. Kafamdan vurulmuşa dönüyorum. O gümbür gümbür müziğin içinden telefonum çalıyor ve ikisi de bana bakıyor. Yavaşça telefonumu cebimden çıkarıp aramayı meşgule atıyorum. “Evet Seval, bu piç seni aldatıyor” diyorum ve ayağa kalkıyorum. Gözlerimi kapattığımda kendimi sahnede buluyorum ve arkadaşım kafama tam 3 mermi sıkıyor. Oracıkta ölüyorum.

21 Nisan 2015

Salt

Soğuk su önce boynuma çarpıyor, tüylerim diken diken oluyor. Sıcak vücudum, bu çıkagelen soğuk suya henüz alışkın değil, içim ürperiyor. Kafam hâlâ meşgul. Gözlerimi kapattığımda kendimi Sorrento’da ayağıma çarpan dalgalara bakarken buluyorum. Huzuru kovalıyorum. Su bir anda ısınıyor ve suyun altından kaçıyorum. İçi su dolu ufak bir tenceredeki kurbağa gibiyim. Tencerenin altında kısık ama istikrarlı yanan alev, suyumu ısıtıyor; lakin ben bunun farkında değilim ve yandığımı görmekten acizim. Buharlar yayarak gidere süzülen suya takılıyor gözlerim. Su, saatin ters yönünde kayboluyor gözlerimin önünden. Evet, çok uzaklarda, Dünya’yı ayıran o hayali çizginin güneyindeyim ve Coriolis, bulduğu bu fikriyle bana banyomda eşlik ediyor. Bazı şeyler kafamdan hiç gitmiyor. Bornozumu sırtıma asıp kollarımı içeride saklıyorum. Derebeyi gibiyim. Aklıma Bahadır geliyor. Ranzada yatıyorum ve o içeri giriyor. Beyaz bornozu üzerinde. Her erkek gibi banyodan çıkarken saçlarını havaya dikmiş, bana gülümsüyor. Yine güneydeyim; lakin bu sefer çizginin kuzeyinde, hayatımın tam da ortasındayım. “Bornoz gibi bir rahatlık var mı ya? Bak giyiyorsun, üşümüyorsun, mis gibi, rahat, şuna bak!” diyor Bahadır. Kollarımı bornozumun içinden geçirirken Bahadır’ı düşünüyorum. Hasta Beşiktaşlı. Kombine bilet alabilmek için çalışmaya gelmiş. Kimisi ekmek parası peşinde, o ise aşk peşinde.

Yatağıma uzanıyorum, havada bir sıkıntı var, “havanın ardı bozuk”. Babamın fıkrası geliyor aklıma. Bazı şeyler kafamdan hiç gitmiyor. Gülümsüyorum. Meyve tabağı yapıyorum kendime. Hepsi de serinletici ve sulu sulu meyveler. Az önce yanan vücudumun içten içe acısını alıyorlar sanki. Kendimi rahatlamış hissediyorum. Muzu soyuyorum, “sana wafflecı gibi muz dilimliyim mi?” diye soruyor Efe. Dilimle bakalım, diyorum. Muzun kabuğunun yarısını çıkartıyor ve bir bıçak yardımıyla yatay şekilde ince ince dilimliyor muzu. Hoşuma gidiyor; ama bu sefer muzu ısırarak yiyorum. Kabuğunu da yatağımdan çöp tenekesine fırlatıyorum. Tam isabet!

Yatağımda öyle uyuyakalmışım. Her yerim uyuşmuş ve üşümüşüm. Bornoz hâlâ üzerimde ve ayaklarım buz gibi. Zar zor kalkıyorum ayağa. Boynum tutulmuş. Üstümü giyip bilgisayarımı kucağıma alıyorum. Şifre istiyor. İlkinde yanlış giriyorum. Niçin bu kadar uzun şifreler kullanıyorum sanki? Neyse ki ikinci denemede şifremi doğru girebiliyorum. En azından kod girmek zorunda kalmadım. Öyle olsaydı onu da başaramayacağımı çok iyi biliyorum ve iyi de hatırlıyorum o ezik büzük harfleri ve sayıları girmenin ne kadar zor olduğunu. Sıfır mı yoksa “o” harfi mi belli olmayan karakterler. Muhtemelen yine yanlış girecektim ve Gökhan diyecekti ki “ohoooo daha şuradaki 4 karakteri doğru yazamıyorsun, bırak kardeşim şu klavyeyi”.
Uzun süre işlerimi yapıyorum bilgisayarımda. 3 saat 14 dakika olmuş. Zaman ne çabuk geçiyor. Gözüme masamdaki not takılıyor. Kız arkadaşım çıkmadan yazmış. Yazısına bakıyorum. Bazı şeyler kafamdan hiç gitmiyor. Yazın ne kadar güzel diyor kadın. Teşekkür ediyorum. Yazımı beğenmesi hoşuma gidiyor. Bir dahaki sefere farklı bir yazı stiliyle karşısına çıkmalıyım. Böylece katilin ben olduğumu anlayamazlar. Donnie Darko. 2001.

Dediğim gibi, kafam hep meşgul ve onlar hep kafamda, benimle yaşamaya devam ediyorlar.

10 Mart 2015

Damla

Tıp.. Tıp.. Tıp.. Tıp.. Tıp..

Gözlerimi ovuşturuyorum. Yatakta bir o yana, bir bu yana dönüyorum. Yankı devam ediyor. Bu gece tam 93 gün oluyordu. Hayır, yanağıma değen duvara çentik atmıyorum. Sadece biliyorum işte.

Tıp.. Tıp.. Tıp..

94. güne uyandım ve uyanır uyanmaz telefonuma sarıldım. Günaydın, dedi hattın ucundaki ses. 94 gündür gün doğmuyordu bana. Çünkü uykumu alamıyordum, inadımın nedenini bilmiyordum. Günaydın, dedim. Beklenildiği gibi uzun sürmedi telefon konuşmamız. Bir saat aralığına karar kıldık ve birbirimize iyi günler diledik. Yüzümü yıkamadan mutfağa geçip dolaptan yarım kalan bir litrelik kolayı çıkarttım. Kapağını açtım, “fısssss” etti; ama bir koladan istenen asit köpürmesini göremedim. Gazı kaçmış, şekerli kara suyu kafaya diktim. Soğuk soğuk aktı boğazımdan. Salona geçip üçlü koltuğa uzandım. Dışarıyı izledim. Evin sessizliği hoşuma gidiyordu. Pencerenin camına ağaç dalları çarpıyordu. 28 dakika 42 saniye boyunca nefes alıp verdim bilinçli olarak. Bilincimi kaybetmemi zilin çalması sağladı. Nefesimi kendi haline bıraktım. Kapıya yöneldim.

Bundan 94 gün önce de aynı şekilde kapıyı açmış ve eski arkadaşımı içeri buyur etmiştim. Kısa bir muhabbetten sonra tuvaleti kullanmış, muhabbete geri döndüğünde sifonumun çalışmadığını söylemişti. O gelene kadar süren mutlu hayatım sifon sorunuyla baltalanmıştı. Normalde gelen su faturası 20 liradan, 70 liraya; zamanla da 70 liradan, 90 liraya çıkmıştı. Dolardan hızlı yükseliyordu gelen su faturası ücreti. Önünü alamıyordum. Kafamda küçük bir hesap yapmıştım. Tesisatçı çağırmanın bedeli 50 liraydı, sifonun değişmesi gerektiğinde yeni sifona ödenecek ücret 100 liraydı. İşçilik bedelini de minimum 30 liradan tutsak, toplamda 180 liralık bir masraf beni bekliyordu. Akan suyun getireceği su farkı, tesisatçıya ödeyeceğim parayı geçmeyeceğini kiracı aklımla hesaplamıştım. Yakın zamanda evden çıkacağımı da göz önünde bulunduruyordum. Bir önceki gece işten dönüp su faturasının 100 lira geldiğini görünce başımdan aşağı taharet musluğundan leş gibi su dökülmüştü resmen.
Karşımda tesisatçı, Sihir markalı sifon ile duruyordu. Yüzündeki mutluluktan paramı nasıl hortumlayacağını az çok kestirebiliyordum. 3 ayda fazladan ödediğim 200 lira üzerine bir 180 lira daha geliyordu ve masraf, geliyorum demezdi. Tesisatçıya tuvaleti gösterdim ve onu orada kendi haline bıraktım. İsterse tuvaleti komple yıkıp yeniden yapsın, umurumda değildi. Sadece bu geceyi huzurlu ve sessiz geçirmek istiyordum. O işini yaparken ben de mutfakta bir ton balıklı sandviç hazırladım kendime. Kolayı da bitirdiğim için dolapta sadece Russki Standart vodka vardı. Kuru kuru yedim sandviçi. Yerken de Ntvspor’da maç özetlerini izledim. İçeriden “güüüüm” diye nitelendirebileceğim ölçüde bir ses geldi. Tuvalete gittiğimde ağzım açık kaldı. Tesisatçı yerde bayılmış yatıyordu. Zira bayılmamış da olsa bana baktığında ağzımın içinde göreceği bulamaç ton balıklı sandviç ile güzelce bayılabilirdi.

Kendimi hastanede buldum. Neyi oluyorsunuz, diye sordular. Anlatmak çok zor geliyordu. Arkadaşıyım diyordum. Ben içerideyken başını klozetin altına sokup hızlıca kalkarak bir yere vurmuş olmalı diye düşündüm. Kafasındaki bu şişliğin başka bir açıklaması olamazdı. İnliyordu adamcağız. Ağrısı vardı belli ki.. Telefonunun şarjı bitmiş, kimseye haber veremedik. Geç oldu, ayrılamadım adamın yanından. Refakatçi koltuğuna oturdum. Bizim tesisatçı uyuyordu. Gözlerimi kapadım, yorulmuştum koşturmacada. O ses geldi:

Tıp.. Tıp.. Tıp.. Tıp..


Hızlıca kalkıp tuvaletin kapısını tekmeledim ve nefesimi tutup dinledim. Hayır, ses yoktu. Anlam veremedim. Koltuğuma geri döndüm. Sesi yine duyuyordum.

Tıp.. Tıp..

Başımı hafif yukarı kaldırdım. Tesisatçının damarına bağlanan hortumu takip ettim ve ağrı kesiciyle göz göze geldim. Damla damla akıyordu. Uyuyamıyordum.

17 Ocak 2015

Düşler Müziği

Gözlerimi kapattığımda karşımdaki coşkulu kalabalığı görüyorum. Birkaç ülkenin bayrağı dalgalanıyor içlerinde. Sarı ve kırmızılar, mavi ve yeşiller, çeşitli semboller ve yıldızlar. Tam seçemiyorum onları, hangi ülkeyi temsil ediyorlar, düşünemiyorum. Bir genç çocuk var güruhun tam ortasında. Üstünde atlet, kafasında şapka var. Şapkayı ters takmış. Buraya gelirken kavurucu sıcağın altında şapkanın düz takıldığını, akşama doğru ilerledikçe ve hava serinledikçe şapkanın yana döndüğünü ve tam şu anda, ışıklar kapanıp tekrardan açıldığında, o kısacak arada, şapkasının arkaya baktığını hayal ediyorum. Şapka olması gereken yönde ve herkes halinden memnun. Burnuma bir koku geliyor, ter kokusu. Kendimden geliyor olmalı. Bu büyük heyecanlar öncesi yaşadığım gerginlik beni hep terletir. Ellerim titrer, soğuk soğuk terlerim hasta gibi. Vücudumu iyi tanıyorum, o yüzden çok sorgulamıyorum. Müzik, yankılanmaya devam ediyor. İki kişi geliyor yanıma ve konuşmaya başlıyorlar. Sanırım kullandığım ekipmanlar hakkında konuşuyorlar. Kafamdaki kulaklıktan net duyamıyorum söylediklerini. Hâlâ terliyorum. Rahatsız edici bir koku var içeride ve iki kişi konuşmaya devam ediyor. Bir ara müziği yavaşlatıyorum, ruhun dinlenmesi gereken zaman geldi çünkü. Böyle yavaşlayıp yükselen ritimler nedense insana haz veriyor. Hışır hışır kağıt sesleri içerisinde doğru düğmeleri arıyorum. Gecenin karanlığında, loş ışığın altında neyin nerede olduğunu bulmak gerçekten beceri gerektiriyor ve ben bu beceriye sahibim. Sahip olmasam önümdeki sonu belli olmayan kitleye sahip olamazdım diye düşünüyorum. Kalem ve kağıt sesleri geliyor arkamdan. Sanırım ekibim çalma listemi düzenliyor. Boşuna uğraşıyorlar, hepsi aklımda. Kağıt israfına bu evrenin ihtiyacı yok, benim gibi insanlara ihtiyacı var. Robot-vari bir ses geliyor tam üstümden. Yukarı bakıyorum ama göremiyorum. Bu ses benden gelmedi. Benim müziğimde böyle kötü bir notaya sahip ses yer alamaz. Anlam veremiyorum. Olduğum yerde sıkıştığımı hissediyorum. Etrafımda kimse yok, ama içim daralıyor. Nefes alamıyorum. Havaya ihtiyacım var. Hava alamıyorum. Çırpınıyorum ve müziğim yok oluyor. Yavaş yavaş yok olduğunu duyabiliyorum ve gözlerimi açıyor.
Orta yaşlarda bir adam gözlerimin içine bakıyor. “Şunun sesini biraz kıs, delikanlı!” diyor. Elinde kulaklığım var. İşaret parmağıyla tutmuş, sallandırıyor ucunda kulaklığı. Göz bebeklerim büyüyüp küçülüyor. “Taa..  tamam” diyebiliyorum. Elinden kapıyorum kulaklığımı. Telefonumdan müziği durduruyorum, kulaklığı kafama takmadan boynuma koyuyorum. Kalın montum resmen üstüme yapışmış. Ter kokumu hissedebiliyorum. Etrafıma bakıyorum. İki kız var yanımda, dedikodu yapıyorlar. Sevgilisine aldığı pahalı saati aslında bir önceki sevgilisine aldığını, fakat zamansız ayrılıklarından dolayı saati bekletip yeni sevgilisine verdiğini öğreniyorum. Hemen arkamda bir genç, önünde sınav testleri ile oturuyor. Elindeki kurşun kalemin arkasını dişliyor. Sanırım soruyu çözemezse, çözünce de sonlandırabileceği bir kalemi olmayacak. Araç yavaşlıyor. Sonraki istasyon: Şirinevler.. Sayın yolcularımız Aksaray-Havalimanına devam edecek yolcularımızın Şirinevler istasyonunda…” diye sinir bozucu bir ses geliyor başımın üstünden. Yüzümü ekşitiyorum. Susması için cebimdeki bütün parayı verebilirim. Ayağa kalkıyorum, sesten uzaklaşmam gerek. Hızlı kalkıyorum yerimden sanırım ve birine vuruyorum. “Özür dilerim” diyorum. Çocuk kafasını çeviriyor. “Önemli değil” diyor. Yüzü bana bakıyor, şapkası ise tam tersi yöne..