16 Aralık 2014

Günah

“Çantan kendinden büyük” denilen dönemi biraz aştığımı iyi hatırlıyorum. Sol elimde şemsiyem, sağ elimde beyaz resim çantası ve sırtımda çantam ile bir tufanın içinde evime ulaşmaya çalışıyorum. Beyaz resim çantasını evine taşıyan ender öğrencilerdenim. Genelde onun yeri sınıftaki dolabın üstüdür. Sadece resim dersinden yerinden kaldırılır ve bir hafta boyunca orada bekler. Tek demiri kırık şemsiyem yağmura karşı duruşumun tek simgesi diyebilirim. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor; lakin o zaman “boşalırcasına” sanırdım. Aradan uzun zaman geçtiği için de yağmuru abartıyor olabilirim. Hikayenin değer kazanması için sınırlarda gezmem gerekiyor, biliyorsunuz, yoksa şu an sayfayı kapatıp gidebilirsiniz. Haluk’u görüyorum uzaktan. Böylesine yağmurda onu görebilmem size abes gelebilir, gelmesin. Haluk’un çilli bir yüzü ve kızıl saçları var. Fark etmek çok da güç değil. Gel, hareketi yapıyor bana. Yağmurun altında bekliyor tek başına. Çölün ortasındaki bir vaha gibi parlıyor boş arazide. Etrafta kimse yok ikimizden başka. Yavaş adımlarla yanına varıyorum. Niçin yanına gittiğimi hatırlamıyorum. Hikayenin devamındaki hayırsız insan tavırlarımdan da bu hareketimin, sadece ve sadece bu hikayenin gerçekten de bir hikayeye dönüşebilmesi için gerçekleştirdiğime şu an kanaat getirdim. Evet, kesinlikle böyle olmuştur. Yoksa ben yolumu değiştirip Haluk’a gidecek bir insan değilim. Haluk her şey çok normalmiş gibi “naber la?” diye sordu. Yerel halk. Buranın ağzı bu. Neredeyim, anladınız. İyi, dedim. Çocuğum daha. Kısa cevaplar ve karşılıksız cümleler kurmanın ayıp olduğunu bilmediğim dönemimdeyim. Yağmur aynı şiddetle yağmaya devam ediyor. Peki Haluk bu vakitte burada ne yapıyor? Hiçbir fikrim yok. Sormuyorum zaten. Siz de öğrenemeyeceksiniz. Garip bir teklif geliyor Haluk’tan. “Ayakkabımı bağlar mısın la? Ben eğilemiyorum..” Kurduğu cümlenin saçmalığı, yolumu değiştirip gelmem kadar saçma. Mantıklı bir şey isteseydi, şaşardım. Ayakkabılarına bakıyorum. Suyun içinde. Tekinin bağcığı çözülmüş ve yağmurun oluşturduğu yapay gölette yüzüyor. Tamam, diyorum. Eğiliyorum. Şemsiyeni ben tutayım ver, diyor ve sırıtıyor. Kafanızda bir şimşek çaktı, öyle değil mi? Aynısı bana da oldu. Emin olabilirsiniz. İnce ve zayıf olmanın atikliği ile herhalde, anında Haluk’tan kaçıyorum. Arkama bakmadan koşuyorum. Bağırıyor “lan nereye gidiyorsun?” diye. Şemsiyeyi kafamın üstünde tutmaya çalışarak koşuyorum. Köşeyi dönmeden duruyorum ve arkama bakıyorum. Haluk milim kımıldamamış. Yağmurun altında bekliyor ve bana bakıyor. Koşmaya devam ediyorum. Gideceğim yolun etrafından dolanıyorum ki beni bulamasın. İnsan beyni çok hızlı çalışıyor. Yeterli mesafe kat ettiğimi düşündüğüm zaman biraz yavaşlıyorum ve hızlı adımlarla yürümeye başlıyorum artık. Bir el kolumu yakalıyor.

Tahmin ettiğiniz gibi elin sahibi Haluk değil. Hayır, bu bir korku filmi de değil. Başımı çevirdiğimde benim boylarımda genç bir kız görüyorum. Kırmızı şemsiyesiyle bana gülümsüyor. Kalbim hızlı hızlı atıyor. Koşmuyor olmama rağmen kalbim güm güm atmaya devam ediyor; ama hayır bunun adına aşk da denmiyor. Bu bir aşk filmi değil çünkü. Sadece adrenalin etkisi vücudumda devam ediyor. Kız benden yol tarifi istiyor. Tuhaf bir gün geçiriyorum gerçekten. Yolumun üzerinde olduğunu söyleyip onu götürebileceğimi söylüyorum. Yaklaşık 300 metreyi birlikte gidiyoruz ve saçma sapan şeylerden bahsediyoruz; zira muhabbet açacak durumda değilim. Hâlâ korku peşimde, Haluk olmasa da.. Metronun altından karşıya geçiyoruz ve yollarımız ayrılıyor. Sağdan gitmesini söylüyorum, ben ise sola dönüyorum. Bitkin bir halde eve dönüyorum..
Eve vardığımda bütün gece Haluk’u düşünüyorum. Şemsiyemi kapıp beni o yağmurda bıraktığını ve sırılsıklam eve geldiğimi, annemin bana kızdığını ve hasta olduğumu, bir hafta okula gidemediğimi rüyamda görüyorum. Ayakkabılarımın bağcıkları çözülmüş, defterlerim ıslanmış, en sevdiğim okuma kitabım okunmayacak hale gelmiş. Sobanın üzerinde kurutmaya çalışıyorum ama nafile.. Sobaya atıyorum kitabı ve içerisi daha da ısınıyor. Derken uyanıyorum ve okula gidiyorum. Okulda Haluk’u arıyor gözlerim; ama o beni, benden önce buluyor. “Oğlum dün niye kaçtın, mal! Belimden ameliyat oldum, eğilemiyorum.” diyor. Çok iyi düşünülmüş bir yalan diye aklımdan geçiriyorum. Geçmiş olsun dileklerimi ona iletiyorum ve yanından ayrılıyorum. Ameliyatmış.. Bütün gün boyunca aklımdan ona verebileceğim ama söyleyemediğim cevaplar geçiyor. Yalan söylüyorsun! Şemsiyemi çalacaktın! Beni kandıracaktın! Bütün yolu ıpıslak gidecektim! Senin yüzünden hepsi! Hasta olacaktım! Yatak döşek yatacaktım! Derslerimden geri kalacaktım! Hepsi.. Hepsi senin yüzünden olac..!! Öğretmen ismimi söylüyor. Donuk gözlerle öğretmene bakıyorum. Bütün sınıf çıkmış, iki kız ve ben kalmışım sadece sınıfta. Ayağa kalkıyorum. Montumu alıyorum. Şemsiyem ortada yok. Şemsiyem.. Haluk geliyor aklıma. Lanet okuyorum içimden. O çaldı! Kesinlikle o olmalı! Mağlubiyetin verdiği acıyla kapıdan tam çıkarken öğretmen arkamdan sesleniyor. Askıdaki şemsiyemi gösteriyor. Ağzım açık şemsiyeye bakıyorum. Sanırım Haluk'un günahını alıyorum.. Sanırım..

10 Aralık 2014

Teslim

Etrafıma bakıyorum, tek boş yer var metroda: o da benim yanımdaki koltuk. Sahibi az önce meskenini terk etti ve ortalık galeyana geldi. Saydığım yirmi iki çift göz var bana ve yanımdaki koltuğa bakan. Akşam iş çıkışı saatini düşünün. Tüm günün yorgunluğunu metroda ayakta giderek, onlarca durak boyunca sinir harbi yaşayan insanlar var çevremde. Ben ise ilk duraktan binip sakin metronun ruhunu bu insanlardan bihaber yaşıyordum. Taa ki güruh vagonuma hücum edene kadar. Dört kişiyi bir arada tutan ve birbirine bakmaya zorlayan koltuklardayım. Oturmaya dördüncü arıyoruz. Bavul ile seyahat ettiğim için koridordaki koltuğu tercih etmemle başlayan yolculuk bir işkenceye döndü dönecek. Zira ayaktaki insanlar üzerime çullanıyor. Bavuluma vurup çaresiz yorgunluklarını benim güzelim bavulumdan çıkarmaya çalışıyorlar. Ne kadar çaresizim. Yanımdaki kişinin de kalkmasıyla iyice yalnız kaldım. Boş koltuğun verdiği soğukluk vücuduma yayılıyor. Ayakta durduğunu gördüğüm orta yaş krizine tutulmuş, saçları kırçıllı bir amca var. Onun oturmayı hak ettiği bir dünyada mı yaşıyoruz yoksa bir eli cebinde, sırtında çantası, kafasında beresi, kulağında kulaklığıyla sakız çiğneyip koltuğu kesen çocuk mu oraya geçmeli? Bu konu hakkında kısa süreli bir beyin fırtınası yapıyorum. Çocuğun bir adım ileri atmasıyla çok da düşünmeme gerek kalmıyor ve çocuk yanıma geçmek için izin istiyor. İşte bendeniz Themis. Karşınızdayım. Hayata yön veren, adalet temsilcisi, biricik Themis. Çocuğa bakıyorum ve bavulumu önüne sürüp yolunu engelliyorum. Çocuğun gözleri kısılıyor. Bu bana bir çok şeyi açıklıyor. Kısılmış gözden hayatım boyunca korkmuşumdur. Zihinden geçen kötü düşüncelerin göstergesidir. Çocuğun ağzı yarım açık, sakızını çiğnemeden bana bakıyor. Yaklaşık 7-8 dakikadır izlediğim ve sanırım Unforgiven solosunu yarıda bırakan parmakları cebinden çıkıyor. Kulaklıklarını kulağından çekip “şuraya geçebilir miyim?” diye bana soruyor. Yaşı benden küçük, evet. Öğrenci. Daha bıyıkları terlememiş. Beresinin kenarından çıkan saçlarının şekli ve o kumral saçları, bir bütün olarak nefretimi içimde biriktiriyorum. Cevap olarak “hayır” diyorum. Bavulum hâlâ yolunu engelliyor. Cam kenarı koltuk, usul usul sahibini bekliyor. Amcaya sesleniyorum. Gelip oturmasını söylüyorum. Kıvrılarak aralardan geçiyor. Az önce teşhis koyduğum yaşlı amca modeline hiç uygun hareketler değil bunlar. Yılan gibi yanaşıyor. Bavulu hafifçe çekiyorum ve geçip yanıma oturuyor. Çocuk bir bana bakıyor bir amcaya bakıyor. Hiçbişe demeden kulaklığını takıp daha sert bir parça açıyor. Tahmin ettiğim gibi kötü bir hareket görmedim kendisinden. Nefesini müzikle aynı sertlikte dışarı veriyor. Pencereden dışarı bakıp solo atmaya devam ediyor. Parmaklarına bakıyorum. Bu sefer parçayı çıkaramıyorum. Hızlı nota geçişleri olmalı. Amca omuzuma dokunup teşekkür ediyor. Rica etmiyorum. Sadece başımı eğip karşılık veriyorum. İçerisi iyice sıcak mı oldu yoksa bana mı öyle geliyor? Bilmiyorum. Camların buharlanması tezimi doğruluyor. Çocuğun dışarı anlamsız bakışları beni rahatsız ediyor. Ben de dışarı bakıyorum herkesin yaptığı gibi. Bir şey görünmese de bakmaya devam ediyoruz. Cama çıkmış terli saç izleri dikkatimi çekiyor. Muhtemelen sabah gidiş bacağında bırakılmış izler bunlar. Sahibi daha terli bir şekilde evine dönüyor olmalı. Duş almadan yatacak ve sabah başka camlara izini bırakıp hayatını sürdürecek. Bir köpek gibi her yere kokusunu bırakmalı çünkü. Bu hayatta gidici olduğunu unutup kalıcılığını belgelemeli..
Sesi duyuyorum. İneceğim durak. Ayağa kalkıyorum ve izin istemeden, hafif de çocuğa çarparak, kapıya doğru ilerliyorum. Amcadaki kıvraklık bende yok. Metrodan çıktığım andaki içime çektiğim oksijen hoşuma gidiyor. Bunaltıcı kum sıcağının ayağa yaptığı acıya çarpan serin deniz suyu gibi. İçime çektiğim şu anki hava ne kadar pis de olsa karbondioksit biriken bir vagondan daha pis olamaz. Arkamdaki kapı kapanıyor. Dışarının soğukluğu boynuma vuruyor. Kaşkolumu sarıyorum boynuma ve metro yavaş yavaş hareket ediyor. Derken seyahatimi paylaştığım koltuklara gidiyor gözüm. Çocuk benim yerime oturmuş! Bulanık da olsa görüyorum. Parmaklarını hayal ediyorum. Queen’den I want it all başındaki soloyu çalıyor. Çünkü en sevdiğim ve mutlu olduğum zamanlar o soloyu çalar parmaklarım. Metronun arkasından bakıyorum. Gözlerimi kısıyorum.

25 Kasım 2014

Giz

Cümlelerin içeriği “seni dişi sinekten kıskanırım”boyutuna geçtiğinde adam, bunların başına geleceğini iyi biliyordu. Bir kıskançlık kriziydi sadece. Bu krizler parlar ve çabuk söner; sonra o kriz yavaş yavaş tüter, içten içe karşısındakini yakar; iki tarafında üstüne siner ve uzun süre de ortalıktan kaybolmaz. Erkek kendince masum, kadın kendince haklıdır. Aslına bakarsanız: ortada haklı falan yoktur. Sadece bir kazanan vardır: o da kadındır. Her zaman da öyle olmamış mıdır? Ruhumuzun derinliklerine girip onu parçalayan ve haklı olmana rağmen gönlün el vermediği için geri dönen erkekler. Ah zavallı dostum.

Yan masadan duyabildiğim kadarıyla olayda bahsi geçen, önümüzde şu anda var olmayan erkek (bir sinirle kalktı gitti ama az sonra döner, çok uzaklaşmış olamaz, daha sinirleri sıcak), bir kız arkadaşıyla görüşmüştü ve sevgilisi tarafından tam tabiriyle “basılmıştı”. Erkeğe göre masumane bir görüşmeydi, kadına göre ise eve atmaya kadar giden teoriler bütünüydü. Gözlerim, önümdeki kitaba sabit olarak bakıyordu. “Çünkü” kelimesinin üzerine park etmiştim. Kulaklarım ise yan masadaki muhabbetin tam ortasındaydı. Pislik bir röntgenci, ahlak yoksunu bir kulak misafiriydim. Herkes karşısındakiyle konuşuyor, kahkahalar havada uçuşuyordu. Benden başka satıcısı olmayan bir muhabbetin tam içindeydim. Erkek kalkmadan önce en son “ya sadece bir kahve içtik ve dağıldık, abartıyorsun” demişti. Kadın ise gözlerini belertip “tabi canım sadece bir kahve içtiniz, tabi ben de salağım ya tabi” içerikli yaklaşık dört beş “tabi”den oluşan cümleler kurdu. “Tabi” kelimesi en büyük silahıydı. İroninin kadında dile gelmiş hali. Çok yakar canını. Seni hem onaylar hem yerden yere vurur. Erkek “tabi” hücumuna fazla maruz kaldığı için vücudu dayanamamış ve kalkıp gitmişti. Kadın ise şu an krizin tütme aşamasındaydı. Yalnız kalınca gözlerimi hafifçe kaldırıp onu izledim. Esmer, yüzü sivilceli, çirkin burunlu, farklı bir kadındı. Burnundan derin derin nefes alıyordu. Sinirliydi, çünkü bu aktivite sadece spor hocaları esneme yaptırırken gerçekleşirdi. Bir de işte bu durumda. Sinir harbinde. Arkasından kadın da kalktı. Masaya 20 lira bıraktı. Çekip gitti. Kendimi piç gibi hissettim. Kitabımı masaya bırakıp kadının arkasından baktım. Hızlı hızlı ilerliyordu. Nereye gidiyordu? Erkeğinin peşinden mi koşacaktı? Yoksa evine mi gidiyordu? Bu günü böyle bitiremezdim. Ben de düşünmeden masaya 10 lira bıraktım ve kendimi kadının peşinde buldum.

Kadın oldukça hızlı yürüyordu. Sırtımdaki çanta beni yavaşlatıyordu sanırım. Atmosferde yol alan bir uzay mekiği gibi ağırlıklarımı atmam gerektiğini düşündüm. Önce çantamı yere attım, sonra üstümdeki montu. Kadın büfeye uğradı. Ben de hemen köşesinde soluklandım böylece. Hava soğuktu ama bedenim, sonuca olan açlığa karşı bir sıcaklık hissediyordu. Takibimi sürdürüyordum. Obsesif bir adama dönüşmüştüm. Yaptığım doğru mu bilmiyordum. Gecenin karanlığında bir kadını takip ediyordum. Buna yabancılar “stalker” derdi. Sanırım daha çok bu yolda ilerliyordum. Kadın yürümeye devam etti, ben de arkasına takıldım. Sokak lambalarının ışıkları çarpıyordu yüzüme. Gizli gizli yürüyordum arkasından kadının. Cihangir’in arka sokakları, geceleyin korkutucuydu. Kedilerin miyavlamaları ve evlerin balkonlarından gelen sesler eşliğinde takibimi sürdürüyordum.
Kadın bir apartmanın önünde durdu. Giz apartmanı. Anahtarını çıkardı ve içeri girdi. Ben de sokağın köşesinde onu izledim. Evine girdi ve önce perdeyi indirdi, sonra ışığını açtı. Sanırım bugün bilinmezlikle bitecekti.Çenemde bir uyuşukluk hissediyordum. Gözlerim kararmıştı. Sokak lambası gitmiş olmalıydı. Başımda da bir ağrı hissettim. Ardından da karnımda aynı hissiyat. Arka arkaya geliyordu uyuşukluklar. Gözlerimi açtığımda bir tekme gördüm tam karnıma inen. Dayak yiyordum. Hafif kendimden geçtim. Tekmeler durdu. Bir şeyler soruyordu tekmeyi sallayan kişi; ama anlayamıyordum. Omuzlarımdan tutup beni sarstı, işte o an göz göze geldik. “Sen kimi takip ediyorsun ulan?” dedi. Karşımda kriz kaçağı erkek vardı. Bu kadar dayağı hak ettiğime göre kesinlikle o olmalıydı. Hiçbir şey diyemedim. Adam gibi dayağımı yedim.


Birkaç saat sonra hava aydınlanmış, gözlerim ise yanıyordu. Hafifçe doğruldum. Her yerim ağrıyordu. Kalkar kalkmaz eve baktım. Tanıdık bir yüz beni selamladı. Dünkü tekme sahibi. Camda sigara içiyordu, bana bakıyordu. Hikayenin sonunu öğrenmiştim. Mutlu mutlu evime döndüm. Bu sefer kriz benim üzerimde sinmişti ve uzun süre çenemden ve karnımda kaybolacak gibi de durmuyordu.

9 Kasım 2014

Paradoks

Uçurumun kenarındayım. Aşağı baktığımda bulutları görüyorum. Yukarıda ise bir insan var. Gözlerim karardı. Tekrardan kendime geldiğimde gördüğüm silüet orada değildi. Gözlerim onu arıyor. Gelmemesini istiyorum yanıma; ama gözlerim hâlâ onu arıyor. Nedensiz.. Sağ bacağımın uyuştuğunu hissediyorum. Yapraklar hışırdıyor. Sanırım hayatımda ilk kez bulutları izliyorum. Ben kurbanım. Eminim arkamdan yas tutulacak. Kötü bir insan değilim. Ruhunu teslim etmiş bir beden düşünün. Güneş bulutların arasından çıkıyor. Gözlerim yanıyor. Engelleyemiyorum. Ellerim bağlı. Sadece hayatıma yol vermem gerekiyor. Olanı kabul etmeyi. Olana yol vermeliyim. Dünya benim etrafımda dönüyor. Dönsün istemezdim. Bencilim. Seninle saf ruhumu, güçsüz bedenimi, dingin hayatımı paylaşamam. Çünkü emelim belli. Alnıma yazılmış. Aklımdan akıyor düşünceler. Başım ağrıyor. Saatlerce burada kalabilirim. Gözlerim karşı gelebildiği kadar direnecektir, bundan emin olabilirsin. Şimdi o yumuşak yatağımda, elim yastığımın altında, bacağımın teki yorganın dışında uyuyorum. Göz kapaklarım kapalı, ama gözlerim içinde dans ediyor. Kabus görüyor olmalıyım. Hepsi bilinçaltımın bana oyunu. Gözlerim  o kadar hızlı hareket ediyor ve beynim o kadar çok çalışmaya zorlanıyor ki kendimi kontrol edemiyorum. Çelişki içindeyim. Bu rüyada dik durabilirdim. Başaramadım. Rüyadan uyandım ve kabullendim.

4 Kasım 2014

Hah

“Oğlum gel açsındır, bişeler ye” dedi. “Sağol Recep Abi, tokum. Benim dönerciye gittim. Off şahane döner yapıyor ya” dedim. Elindeki çatalı yemek masasına bıraktı. Ciğerlerine nefesi biriktirdi. Oturduğu yerden sadece başını çevirerek bana bir bakış attı. Vücudu hâlâ masaya dönüktü, yemekten kopamamıştı. Bedeni önündeki köfteyi, kafası beni yemek istiyordu çünkü. “Sen..”dedi. Evet geliyordu. Hissedebiliyordum. Öfke kokuyordu ağzı. “Sen bizim Fatih’teki Alparslan Usta’nın Yeri’nden hiç yedin mi çocuğum?” diye sordu. Cevabım belliydi aslında. Tabi ki yememiştim. O kim yahu? Ağzındaki köfte ve cacık bulamaç olmuş, soruyla geviş getiriyordu çenesi. Yok abi, dedim. “Hah!!” dedi. Hah? Başarmıştı. Döner ne demek, bilmiyordum. Tatsız tuzsuz dönerler içerisinde geçirdiğim yıllarıma isyan ettim. Gözlerim doldu. Üçüncü sınıf bir restoran döneri ile bir ömür geçirmiştim. Gözlerimi yukarı diktim ve dua ettim. Alparslan Usta’ya ihanet ettiğim yıllarım için Tanrı’ya sığındım. ”O zaman sen hayatında döner yememişsin” dedi Recep Abi. “O dönerden ye, hayatında bir daha başka bir yerden döner yemezsin” dedi. Damak tadı ile başlayan cümleler geçti kafamdan. Hepsi Recep Abi’nin geviş getiren çenesine tosladı. Boy vermeden çürüdü. “Haklısın” diyebildim sadece. Masaya döndü kafası. Yemeğini yemeye devam etti. “Oğlum!” diye seslendi. Bu sefer gerçek oğluna sesleniyordu. Getir bakalım şu kadayıfı da yiyelim, dedi. Kadayıf kimdendi acaba? Bu riske girmeli miydim? Bir gol daha yemek istemiyordum. “Abi ben de tadına bakabilir miyim?” diye sordum. Neşesi yerine geldi. Bu sefer arkasına bakmadan el yordamıyla “gel” işareti yaptı bana. Yanına oturdum. Kadayıf yedik. Yediğim en güzel kadayıftı; lakin nereden aldıklarını sormadım. Soramadım. Recep abi “beğendin mi?” dedi. Ağzımdaki kadayıfla “evet” dedim. Kahkaha attı.
O gün kendimi karşı takımın forvet oyuncusu gibi hissetmiştim. Gol atmak istiyordum ama karşı taraftan onur kırıcı sözler geliyordu. Kendimi motive edemiyordum. En sonunda takım değiştirdim. Köşe vuruşundan gelen sözde ters bir kafayla kendi kaleme golü atmıştım. Biraz üzülür gibi yapıp orta sahaya doğru yürümüştüm. Takım arkadaşlarım yoktu etrafımda. Tek başına bir takımdım ben. Karşılık verememiştim karşı takımın ataklarına. Zevkler ve renkler tartışmasına girememiştim. Sonra üzüldüm ama. Yaptığım şeyden pişman oldum. Hemen satmıştım dönercimi. Bu duruma bir son vermeliydim. Ertesi gün kendimi Fatih’te buldum. Alparslan Usta’nın restoranı bırak üçü, beşinci sınıf bir yerdi. Döner söyledim porsiyon olarak. Tabakta 150 gr. döner geldi. İki yarım domates, bir yeşil biber, üç pide. Pideler sıcaktı. Açık ayran söyledim bi de. Yemeye başladım. Beklentim yüksekti. Kadayıf oranına bakılırsa döner bittikten sonra hafiften orgazm seviyelerine çıkmış olmalıydım. Dönerin yarısı bitti. Ayaklarıma doğru bir uyuşma geldi. Döner bittikten sonra arkama yaslandım. Kalan son damla ayranı da kafama diktim. Karnımı sıvazladım. Ohhh, dedim. Sigara içmeyen bir insan olarak, Usta’dan bir dal sigara aldım. İçtim püfür püfür. Recep Abi’yi aradım. “Alooooo” diye kulağıma bağırdı. O da telefonda bağırarak konuşan yaşlılarımızdan biriydi işte.. “Recep Abi müsaitsen bişe soracaktım sana” dedim. “Buyur oğlum noldu?” dedi. Abi, dedim.. Şu geçen yediğimiz kadayıfı ner… “Hah!!” diye lafımı kesti. Beklenen “hah” da gelmişti. "Tarif ediyorum, yaz" dedi. İki kilo almayı unutma bak, dedi. "Akşama balık aldım, balık yiyecez, üstüne iyi gider" dedi. Yiyecektim. Çatlayana kadar yiyecektim. Kış geliyordu. Biraz yağlanırım, bol kazak giyerim diye içimden geçirdim.

18 Ekim 2014

Sen

Sen. Bilgisayarın başında oturan ve bu yazıyı okuyan sen. Evet sen! Şu zamana kadar yılmadan ve usanmadan senin için yazdım yazılırımı. O gözlerin neler gördü. Hayatıma dahil oldun çok kısa aralıklarla. Beni tükettin ve gittin. İnanmadın bana. Benle dalga geçtin. Dahası bana burun kıvırdın. Bal mumundan yapılan bir heykel kadar gerçekliğine inandığın olaylar da gördü gözlerin. Sonuç olarak hepsi bendim ve sen oradaydın. Benim kafamın içinde, hücrelerimde, parmaklarımın ucunda. Belki benim yan odamda, belki benden kilometrelerce uzakta. Yazın düşen yağmurun serinliğinde, kışın suratına vuran güneşin sıcaklığında, hep ben vardım yanında. Seni aradı gözlerim, sesini duydu kulaklarım ve nefesini hissettim ensemde. Senin varlığın güç verdi bana. Yaşamaya teşvik etti. Çünkü biliyordum ki sen olmazsan, ben de var olamazdım. Bu yüzden devam ettim göz kapaklarımı istemli açıp kapatmaya, ciğerlerimi oksijenle doldurmaya, ayaklarımı bir adım daha ileri atmaya ve boğazımdan lokmaların geçmesini bekledim birer birer.
Seni o demirliklerin arasında kaybetmiştim en son, hatırlıyor musun? İki elimi parmaklıklara dolayıp “çıkarın beni buradan!” diye haykırmıştım. Sesimi kimse duymamıştı. Sen de çoktan uzaklara gitmiştin. Oturup kabullenmiştim. Gökyüzünden bir yıldız kaymıştı. En azından bana göre bir yıldızdı. Sönük bir yıldız. Rengi siyahtı. Benim gökyüzüm ise kızıldı. Her zaman kan ağlardı. Yola düşen yıldızı kaldırıp eve götürmem ise benim kaderimdi. Kaderime boyun eğişim benim için zor olmuştu. Dokuz canınından biri benimdi. Kara kedi her yerimi çizmişti. Sırtım kanıyordu ve ben gülüyordum. İnsanların bana garip garip baktığını hatırlıyorum. Sanırım istemsiz ve sebepsiz gülüşlerimdi nedeni. Gülmemeye başladım ben de. Duraklama devrini, soğuma aşamasını, hafta sonu tatilini yaşıyordu bedenim ve şarkılar bana eşlik ediyordu. Ayağım kayıp yere düştüğümde anladım, sen oradaydın. Kalçam kırılmış, eklemlerim ayrılmıştı; fakat önemli olan: sen oradaydın işte! Bu yüzden düştüğüm için ağlamadım. Kalkıp devam ettim yürümeye. Kıpkızıl bir gök, sapsarı bir güneş, masmavi bir deniz ve yemyeşil bir orman gibiydin.. Hayatım benim buradaydı işte ve sen de bunların tam ortasındaydın.

Bir silah sesi duydum, pencereye koştum. Yerdeydin. Kanlar içinde yatıyordun. "Kalk" diye bağırdım. Daha çok genciz ve hayat henüz başladı.

7 Ekim 2014

Ne için yaşamak?

Tamı tamına 11 saat 59 dakika sonra teslim edilmesi gereken 244 sayfalık romanımın 138. sayfasındaydım ve kapının zili çaldı.. Zilin çalması, romanımı yazmamı bölmedi; lakin 3 saattir masa başında bilgisayarın beyaz ekranına boş boş bakıyordum. Zil beni ürpertti, yerimden sıçradığımı belirtmeden edemeyeceğim. Saat 20:03, günlerden Salı, zili çalan Kemal Efendi. Günümüzde bu unvanın kullanıldığı tek mesleğe sahip kendisi. Çöp var mıydı, diye sordu Kemal Efendi. Çöp yok, dedim. O halde ne var, diye espri yaptı bana. Kendisinden beklenmedik şekilde güzel bir espriydi. "Ne mi var? Ben varım, yeterli mi Kemal Efendi?" diye azıcık sert çıkıştım. Cevap beklemeden bir soru daha sordum: "Peki sen niye varsın Kemal Efendi? Var olma nedenin nedir?". Biraz durdu, düşündü. Çocukları büyütüyorum, dedi. Güzel bir cevaptı. Bana da aynı soruyu sorsa diye bekliyordum; ama sormuyordu. "Neyse, o zaman..." diye başladığı cümleyi ağzına geri soktum. "Bana sorarsan Kemal Efendi (ki sormuyordu), ben sadece yaşamak için yaşıyorum." dedim. Ne derin bir cümle kurmuştum ama öyle değil mi? Kemal Efendi'nin gözleri biraz büyüdü. Güya entelektüel tavırlarımla, bilmiş bakışlarımla, üniversitede geçirdiğim 5 sene ile (son sene çalışmayıp eğitimin uzaması sorunsalı) onu ezmeye çalışıyordum. "Boşuna yaşıyormuşsunuz o zaman" dedi. Haklıydı. Mesela son 3 saatimi boşuna yaşamıştım. "Çöp yok dedik ya daha ne bekliyorsun?" diye kızdım. Bozulduğumu anladı ve arkasını dönüp gitti.
Kendimi masamın başına attım. Biraz sert atmışım, kolum masanın kenarına çarptı ve o müthiş elektrik çarpılması hissi bütün vücuduma yayıldı. "ALLAH KAHRETSİN!" diye bağırdım. Süregelen zamanda kendimi küfür etmekten alıkoyamıyordum. Küfürler peşi sıra dökülüyordu ağzımdan. Durduk yerde olan olaylardan nefret ettiğimi belirtmemde fayda var. Durduk yerde masaya küçük ayak parmağınızı vurup şişirmeniz; kombinin, internetin, sifonun, ütünün bozulması; arkadaşınıza göstermek istediğiniz fotoğrafın bir türlü yüklenmemesi; her zaman aynı yerde duran şapkanızın orada olmaması; eve gelip duş almak için çeşmeyi açtığınızda, suların kesik olduğunu anlamanız ve bu durumun çıplak bir halde küvetin içinde anlamsızca gerçekleşmesi, işte bütün bunlar benim canımı sıkan şeylerdi. Hayata lanet okuduğum ve beni bu evrenden uzaklaştıran şeyler. Ve bir de Kemal işte.. Hayatıma tek dahil olan kişi. O da çöpüm olduğu kadar.

Biraz sakinleştikten sonra yazıma dönebildim. Dönüşüm muhteşem olamamıştı; lakin 8 dakikadır, 3 saatlik sürede yaptığım şeyi yapıyordum. Boş boş oturuyordum. Bir an hikayeme Kemal'i eklemeyi düşündüm. Romana heyecan gelebilirdi. Gerçek Kemal'i yazamazdım; zira kendisini çöp seanslarımızdan öte tanımıyordum. Kafamdaki Kemal'i yazmam daha doğru olacaktı. Ama kafamda nasıl bir Kemal vardı? Uyuz, gıcık, pişkin, cahil, aile babası, dürüst, kılıbık, suratsız, köylü.. Kendisinden nefret ediyor olduğumu, kendisini romanıma dahil etme fikrimle anlamıştım. Bu sancılı bir süreçti. Kemal'i yakından tanımak istemiyordum. Romanımın bitmesi Kemal'e mi kalmıştı?

Dakikalar ilerliyordu; ama roman ilerlemiyordu. Çıkmaz sokağın tam tanımı karşımda duruyordu. Gururumu kırıp üstümü değiştirdim, kapıcı dairesine indim. Zili çaldım. Kemal kapıyı açtı ve "Çöp yok, iyi akşamlar" dedi... Kapıyı suratıma kapattı. Suratıma çarpan kapının rüzgarıyla gözlerimi kapattım. Kafamda romanımı bitiriyordum. O kapanan kapının arasında Kemal'in kafası vardı. Bu sefer katil, uşak değildi. Yazarın ta kendisiydi.

27 Ağustos 2014

Çekil

İnsanlara çarpa çarpa yürüyorum sokakta. Neden yavaş bu insanlar? Hayatlarında durgunluk seziyorum. O kadar huzurlu ve sakin süzülüyor ki kaldırımda ilerlerken, hayret ediyorum. Aynı insanlar trafikte birer canavar oluyorlar. Kaldırımda geçen hayatları, aksine trafikte son sürat gidiyor. Küfürler havada uçuşuyor. Dikiz aynasından kesişiyorlar, sağa sinyal vermeden geçiyorlar. Ben ise trafikte olamayacak kadar sarhoşum. Arkama bakmadan yürüyorum. Olabildiğince hızlı ve umarsız sarf ediyorum adımlarımı. Sağ kolumdaki çanta yeri geliyor 40 yaşlarında başörtülü bir teyzeye vuruyor, yeri geliyor bir delikanlının salladığı tespihe teğet geçiyor. Bu geçiş hayatımda alacağım en büyük risk. Milimetrelerle ıskalıyorum ve yaşamaya devam ediyorum. İnsanlara çarpmaya devam ediyorum; ama sadece sorun teşkil etmeyecek kişilere. Gören bir yere yetişmeye çalışıyorum sanır. Halbuki daha vaktim var. Sadece hızlı ve rahatça yürüme meraklısıyım. Trafikte aniden duran dolmuş, otobüs gibi duruyor insanlar önümde. Arkadan vurmamak için zor duraklıyorum ve arkama bakmadan solluyorum onları. Çantam hala omuzumda. Arada bir kontrol ediyorum cüzdanım içinde mi diye. Kulağımda kulaklık olduğu için telefonumu kontrol etmeme gerek yok. Güya kendimce bir çözüm bulmuş gibiyim telefon hırsızlarına. İsterlerse kulağındaki kulaklığı bile alıp giderler, ruhun duymaz.
Sarı çizgiye basıyorum. Tırtıklı yüzeyinde ayağımı gezdiriyorum. Basılmaktan sarılığı gitmiş. İkaz gücü düşmüş. Anons geliyor: Sayın yolcularımız güvenliğiniz için lütfen sarı çizgiyi geçmeyiniz. Geçmiyorum zaten. Sadece ayağımı uzatıyorum, üzerinde gezdiriyorum. Geçtim sayılır mı? Bence hayır, sayılmaz. Sonuçta bedenen ve ruhen o sarı çizginin arkasına hapsolmuş insanlarız. Tren geliyor. Oturanlar ayaklanıyor. Sarı çizginin üstüne yığılıyorlar. Bir anons daha geliyor; lakin bu seferki anons, çizgi ile ilgili değil: Sayın yolcularımız lütfen inenlere öncelik tanıyınız. Tanımıyorum. Önüme gelen kapının tam ortasında bekliyorum. Kapı açılıyor. Daha inenler inemeden ben trene binmiş oluyorum. Aslında onlar inemeyenler olarak kalacaklar hayatta. İstedikleri yere varmayı bekleyip sonunda inemeyecekler ve böyle hayatlarını sürdürecekler. Çünkü benim gibi saygısız insanlar olduğu sürece o saygılılar bu dünyada barınamaz. Cıkcıklıyorlar beni. Ters ters bakıyorlar. Biri "kardeşim" ile başlayan bir cümle sarf ediyor. Umurumda değil. Benim o trene binmem lazım. Umurumda olan bu.

Tren tıklım tıklım. Hemen yanımda bir çocuk arabası var. İçi dolu. Sahibi de var. Annesi bana bakıyor. Çocuğu ağlıyor deli gibi. Bana bakacağına çocuğuna baksana güzel anne(!) Çocuk hıçkıra hıçkıra ağlıyor; ama anne oralı değil. Dışarıyı seyrediyor. Az sonra yer altına giriyoruz. Camın yansımasından da şimdi bana bakıyor. Başımı başka tarafa çeviriyorum. Çocuk deliler gibi ağlıyor. Öyle hayal ediyorum. Çalan müzik ile müthiş bir senkron kopması yaşıyorum. Çocuk farklı ağlıyor, Steve Vai gitarı farklı ağlatıyor. Biz neden çocuk eğitemiyoruz, diye düşünüyorum. Yabancıların çocukları ne kadar tatlı, ne kadar sakin ve mutlu. Aileleri her istediklerini vermiyor, zaten çocuk da her gördüğünü istemiyor. Bizimkiler neden istiyor? Neden ağlarsa onu elde edebileceğini düşünüyor? Peki ben bunu neden düşünüyorum? Hemen telefonumu çıkarıp başka bir şeyle ilgileniyorum. 3 durak sonra iniyorum. Kapının tam ortasında duruyorum. Yine o anons geliyor ve kapı açıldığı anda çantamı insanlara vura vura trenden iniyorum. Kızıldeniz gibi ortadan yarıyorum insanları ve turnikelerden geçiyorum. Arkadaşım beni bekliyor. El sallıyorum uzaktan görüp. O da el sallayarak karşılık veriyor. Naber, diye soruyorum. Kötüyüm, diyor. Nedenini soramadan "yolda anlatırım" diyor. "Anlat tabi! arkadaşlar ne için var?" diyerek gülümsüyorum. İlk kez bugün birine insan gibi davranıyorum.

21 Ağustos 2014

Boğazımdan dökülen bir damla

Kapının zili acı acı çalıyor. Nasıl yorgunum, anlatamam. Şu kırık yumurtadan fırlayan ördek yavrusunu nereye koymuşlar, bulamıyorum ve zil acı acı çalmaya devam ediyor. Başladığım işi bitirememek beni gıcık eder. Bölünmeler ruhumu zedeler. Whatsapp inliyor, smiley smiley üstüne geliyor; lakin ben hala kahrolasıca ördek yavrusunu bulamadım. Telefonu sinirle havaya kaldırıyorum, duvara fırlatmak istiyorum; ama hafifçe indirip masanın üstüne bırakıyorum. Çünkü 1.600 lira para verdim şu el kadar alete, sakinliğimi korumam lazım. Telefonu fırlatmak yerine İkea'dan aldığım 29,90 liralık mindere bir yumruk atıyorum. Sonra ağzıma doğru götürüp çığlık atıyorum. Susturucu niyetine sesim çok az çıkmış olmalı. Zil artık acı çekmekten zevk alıyor bence. Biliyorum, hem zili çalan kişi hem de zil yaşadıkları ilişkinin doruklarındalar. Hızlıca kapıyı açarak "Ne vaaaaaaaarrrr??!?!?!" diye bağrıyorum. Gelen kız arkadaşım. Bir elinde telefon, bir elinde Migros poşeti. Ağzı yarım açık, şaşkınlıkla bana bakıyor. Beş saniye içinde pes sesim, tize doğru çıkıyor. "Canımmm?". Bu kelime, sıvama oyununun ilk sahnesi. Perde çok şehvetli açıldı, ama küçük kedi şirinliğine doğru gitmekte. Bana hiç cevap vermiyor ve "çekil karşımdan, yıkıl git karşımdan" tarzında bir hareketle beni kapıya doğru ittiriyor. İçeri girmesiyle her yer çamur oluyor. İnsan ayakkabısını dışarıda çıkarır, neyse.. Dışarıdaki soğuk ise içeri giriyor, diyemem; lakin içerisi oldukça soğuk zaten. Müteahhit, bizi düşünmüş; doğalgaz sobasını dahil etmiş güzelim apartmanıma. Ferrari bi güzel almışız; ama içine benzinini koyamamışız sanki. Keşke biraz da gaz yükleseymiş şu sobanın içine.

Salona gidiyorum. Zaten ev bir oda bir salon. Çok uzaklaşmış olamaz. Kız arkadaşım montuyla salonda oturuyor. Üstü başı kar. Yanına oturuyorum. Boğazlı kazağım ve montlu sevgilimle müthiş bir ikiliyiz gerçekten. Telefonuma bakıyor göz ucuyla. İlk cümlesi şu oluyor: Bana neden yazmıyorsun? Açıklama yapmayı düşünüyorum; ama açıklamam absürt kaçacak. Bir ördek yavrusu yüzünden ne hallere düştük. Ördek yavrusu var ya hani onu arıyordum işte, desem bana güler belki ortam neşelenir diye düşünüyorum; sonra vazgeçiyorum. Benden bir cevap bekliyor. Bekleme süresi ortalama 10 saniyedir bu durumlarda. 10 saniyede kıçını kurtardın kurtardın. Yoksa ihtimaller üzerine bir konuşmaya başlar ki başka kızlarla konuşan, onlarla yatan kalkan, ileri gidip biriyle evlenmiş, hatta başka birinden çocuk yapmış ve ayrılmış, haftasonları çocuğunu görmeye giden, karısıyla da zaman zaman konuşan kötü bir baba olabilirsin onun gözünde. Ben bu ihtimalleri düşünürken ve saniyeler 10'u gösterirken telefonuma bildirim geliyor. İşte o an içimden diyorum ki isterse şu zıkkım 5.000 lira olsun, bunu kırmazsam bana rahat yok. Ben davranamadan kız arkadaşım telefonu alıyor. Yazan Çiğdem. Liseden arkadaşım. Sevgilisinden yeni ayrılmış. 1.68 boyunda, yeşil gözlü dilber. Bana yakın oturuyor. Özel bir şirkette Halkla İlişkiler Müdürü. Bana yakınlık duyuyor, ben ise "boşver ya takma, başkasını bulursun, bak benim gibi şansın döner, sevgilin olur, benim gibi mutlu olursun inşallah, bak ben evlenmeyi düşünüyorum, allah sana da yazmıştır" gibilerinden bol dua ve kendinden uzaklaştırma içeren şeyler yazmama rağmen hala kurtulamıyorum. "Napysn" yazmış. Kız arkadaşım bi telefona bakıyor, bi bana bakıyor. Çiğdem, diyor.. "Sana yazmış. Ne yaptığını öğrenmek istiyor." Telefonu kapıyorum elinden. Kız arkadaşımla oturuyoruz işte nolsun, yazıyorum. Boğazlı kazak iyice sıkmaya başlıyor. İçerisi ısındı mı sanki yoksa bana mı öyle geliyor? Ateş basıyor. Terler akıyor alnımdan. Neyse ki o yazdığım şey üzerine Çiğdem'den mesaj gelmiyor. Telefonu kilitleyip masanın üstüne koyuyorum. Yanlışlıkla masadaki su dolu bardağın içine düşürüp günü kurtarabilirdim, ama yapamıyorum.
Migros poşetinin içinden üç Beck's, bir Doritos peynirli (ayak gibi kokan), bir de tuzlu fıstık çıkıyor. Hala bana bozuk atıyor. Nedenini açıklayamadığım durumu unutmamış gibi ama alkol her şeyin çözümüdür diye çok üstelemiyorum. Onun birasını çakmakla açıp veriyorum, kendiminkini dişimle açıyorum. Aynı çakmakla da sigaramı yakıyorum. İçme şunu, diyor. Oralı olmuyorum. Hem suçlu hem güçlü bu olsa gerek. Kendime gelen özgüvenin kaynağı birayı açmam olabilir. Ev benim, yani o deplasmanda. Saha avantajı bende. Üzerinde bulunduğumuz çekyat, her zaman seviştiğimiz çekyat. Anlayacağınız hava ve zemin koşulları uygun. Migros'tan çıkarken biri takıldı peşime ya, diye anlatmaya başlıyor. Ne anlattığını dinlemiyorum, bira içişini izliyorum sadece. Siniri gitmiş, kendini alkole bırakmış durumda. Her şey güzel gidiyor. Cümlesi bitince, gözlerimi gözlerine götürüyorum. Yuh artık, diyorum. "İstanbulda. Avrupa'nın orta yerinde. 2014'te. Olacak iş mi yani bu?" diye isyan ediyorum. Neyse ki Recep İvedik'e atıfta bulunduğumu ve hafiften kendisini makaraya aldığımın farkında değil. Üzgün surat yapıyor. Hala Whatsapp konuşmasında sanıyor kendini. Ben de üzgün surat yapıyorum, hatta bir damla da gözümden dökülüyor. O derece üzgün ve serzenişte. Hafif yanına kayıyorum. Boğazlı iyice boğazımı sıkıyor. Amacı zaten bu olsa gerek. Gerilip terlemem, üstüne de alkol almam beni sırılsıklam yapıyor. İçimdeki beyaz atlet vücuduma yapışmış durumda. Boğazlıyı çıkarıp göbekli ve atletli kalmak istemiyorum yanında. Bunun için ortam çok ışıklı. Kalkmaya yelteniyorum ışığı kapatmak için, elimden tutup beni kendine çekiyor: Ya nereye gidiyorsun? Bir yere gidemiyorum. Işığı kapatsak daha iyi olmaz mı, diyorum. Olmaz, diyor. Peki, diyorum. Anlaşılan sahaya alıştı. Taraftardan da ses çıkmıyor. Kendi sahamızda ipleri kaptırıyoruz sanki. Derken telefonuma bir bildirim daha geliyor. Kimden geldiğini tahmin etmişsinizdir. "Gitti mi kaltak?" yazıyor. KALTAK? Telefonu o an yutup sindirim sistemime yollamak istiyorum. Ekranda "gitti mi kaltak" yazıyor. Kız arkadaşım bana bakıyor. Bu sefer dökülen damla başımın üstünde. Telefonumu istiyor eli havada. Ellerim titriyor. Telefonu eline alıyor ve birkaç saniye telefona bakıyor. Şu andan itibaren gözlerim kapalı. Bira şişesini başımda kırıp evden çıkmasını hayal ediyorum. Beni bütün sosyal mecralarda engelleyip hayatımdan yok olmasını düşünüyorum. "Alo? Sensin kaltak! Orospu! Bak bu çocuğu bir kez daha ararsan, mesaj atarsan senin ağzına sıçarım bak!" diyor ve telefonu kapatıyor cevap gelmeden. Telefonu sehpaya koyuyor. Birasından bir yudum alıyor, üstündeki askılıyı çıkarıp saçlarını savuruyor ve bana dönüp şöyle diyor: Hadi çıkar artık şu boğazlıyı.

17 Ağustos 2014

İster misin?

Kırmızı ışığın gözüne nüfus etmesinden mi yoksa içine çektiği 5 gramlık marijuana'nın etkisinden mi, bilmiyorum, başını hafifçe yana yatırıp gözlerimin içine baktığında onunkilerin alev gibi yandığını gördüm. Diliyle alt dudağını ıslattı ve yavaş yavaş gözlerini kırptı. Kalp ritminin hızlandığını, kaslarının gevşediğini hissediyordum. Süren muhabbetimizin anında kesildiğini ve tuhaf sessizliğin birbirimizi rahatsız ettiğini bir tek ben mi seziyordum? Yoksa bundan keyif mi alıyordu? Kutunun üstünde "Isolater" yazıyordu. Diğerinin üstünde ise sadece "C" harfini okuyabildim. Kelimenin devamı siyah gazlı kalemle karalanmıştı. Kutuları incelememin üstünden tam 49 saniye geçmişti ki iç çekti ve kendini kanepeye bıraktı. Orgazm yaşıyordu karşımda, bunu görebiliyordum. Farklı güzelliğini de görebiliyordum. Saçları hafif koyu mavi, gözleri yeşildi; üstüne giydikleri komple siyah, çıplak ayakları sehpanın üstündeydi. Dudağının sol kenarında bir halka, söylediğine göre de aynı halkadan başka bir yerinde de vardı. Hiç dövmesi yoktu, ama döveni var gibiydi. Gözündeki morluğun henüz geçtiği anlaşılıyordu. Bilekleri temizdi. Sol dizi dikişle doluydu. Peki ben bu eve nasıl düşmüştüm? Evet, kelimenin tam anlamıyla düşmüştüm. Zira üstünde bulunduğum pis koltuğun kenarında çekinerek oturacak kadar temizdim. Hikayemi size anlatmaya yeltendiğimde kapı çaldı, kapıyı ben açtım. Karşımda tipik bir Alman kızı vardı. Elinde poşet ve kutular, bir kitap, bir de boru şişe duruyordu. Aralarında Almanca konuştular, gülüştüler ve öpüştüler. Dönüp bana Türkçe "ister misin?" diye sordu. İster misin? "Neyi?" diyecek kadar saftım. Elindeki onca şeyi mi istiyordum? Yoksa şu lanetin tadına mı bakmak istiyordum? Kafamdaki "ister misin"i her yöne çekebilirdim. Hayır ama teşekkür ederim, dedim. Neye teşekkür ettiğimi bilmiyordum. "Sen bilirsin" der gibi bir ifadeyle omuz silkti. Elindekileri bırakıp kapıdan çıktı ve gitti.

Bong'u ikinci kez içine çekti. Yanımdaydı ama sadece bedenen. Daha fazla dumana dayanamadım, ayağa kalkıp tuvalete gittim. Yüzümü yıkadım ve aynaya baktım. Ayna o kadar pisti ki kendimi göremiyordum. Film etkisi işte, arkamda bir kafa belirir gibi oldu. Korkuyla kafamı çevirdim. Karşımda küçük bir kız vardı. Aklımın çıktığını hissettim. Uykuda olduğunuzu bildiğiniz halde, rüyanın gerçek olma ihtimalinden hiç korktunuz mu? O korkuyu hissediyordum. Paralel evrende aslında şu anda evde olmam gerekirdi. Evde oturup içki içiyor, film izliyor olmalıydım. Küçük kızın elinde şırınga vardı. Beni daha da korkutan soruyu sordu: İster misin? Cevap vermemi beklemedi ve şırıngayı elime tutuşturdu.
Tek gözümü açıyorum. Sonra diğerini açıyorum. İkisi de yanıyor ve batıyor. Üstüme kar yağıyor. Ellerim iki yanda, bacaklarım birleşik. Tek hissettiğim şey su ihtiyacım. Ağzım kuruyor ve ses çıkaramıyorum. Nefesim soğuk havaya temas ediyor, yükselişini izliyorum. Yanımdan çıkarttığı sesten ne olduğunu anlayamadığım küçük havyanlar geçiyor. Hiçbiri benimle ilgilenmiyor. Bir başıma uzanıyorum. Vücudum uyuşmuş durumda, dudaklarım ise çatlamış. Şırıngayı hatırlıyorum. Küçük kızı. Almanların öpüştükleri anı. Son otobüsü kaçırdığımda çöp kutusuna attığım tekmenin ayağımın ve peşi sıra vücudumun her yerine dağıttığı acıyı. Daha sonra gülümseyişimi. Küçük kızın bana olan soğuk bakışlarını. İzole edici kokuyu. Tek taraflı aşkı. Umursanmayışımı. Gücümün yitişini birer birer hatırlıyorum. Lakin saatin ve bunu anlatmanın çok geç olduğunun da farkındayım. Beynimde tek bir soru var. Tüm gün bana sorulan soru. Bir eksiklik hissediyorum soruda. Kar yağmaya devam ediyor. Gece tüm huzuruyla sürüyor. Gözlerimi kapatıyorum. Yavaşça ağzımı açıyorum ve güçlükle bu sefer ve son kez ben soruyorum: Yaşamak.. Yaşamak ister misin?

8 Ağustos 2014

Kör

Kadının gözlerine bakınca kendimi balta girmemiş bir ormanda, ağaçların topraktan bir sanat eseri güzelliğinde yükseldiği ve dibini serin tuttuğu o yumuşacık toprakta, kuşların seslerini dinlerken ve gözlerimi kapatıp onlara kendi sesimle eşlik ederken buldum. Zamanın akmadığını, sanki bir film şeridi gibi kameranın sürekli olarak kadının gözlerinin içinden geçip tekrardan gözlerine ulaştığı bir hisse kapıldım. "Hayatınızı etkileyen en trajik olay neydi peki?" diye sordu. Odanın içindeki ağaçlar birer birer yok oldu, zemine gömüldü, çürüdü ve kayboldu. Birkaçı boyut değiştirerek masaya dönüştü, biri güzel kadının sandalyesi, diğeri ise arkadaki panoya büründü. Gözleriyle olan bağı koparmaya çalıştım. Afallayarak "efendim?" dedim. Burada soruları o soruyordu, cevapları ise ben bir türlü veremiyordum. Soruyu anlamıştım; ama zaman kazanmak istiyordum. Sorusunu yineledi: "Şu zamana kadar sizi etkileyen en büyük olay neydi? Olumlu veya olumsuz cevap verebilirsiniz." Biraz düşünüp "ailemin ayrılması" dedim. İstediğim etkiyi ruhuna empoze etmiştim. Gözleri kısıldı. Kumral, uzun saçlarını arkasına salladı. "Anlıyorum" dedi. Pek anladığını sanmıyordum. Psikiyatr, önündeki kare not deftere bişeler yazdı. Gülümsedi.
Aslında orada verdiğim cevap insanların benden beklediği ve beni etkilemesi gereken bir olayın dile gelmesiydi. Lakin öyle değildi. Düşündüğümde çok küçük şeyler de beni daha çok etkilemişti, çoğu da ailemin kararından trajikti. Oyuncağımın kafasını kırıp ailem eve gelene kadar ağlamam, aşık olduğum kızın benden ayrılması, buz tutmuş kaldırımda düşüp kıçımı kırmam gibi birçok şey geliyordu aklıma. Bunlar ara sıra aklıma gelen şeylerdi; ama oturup ailemin ayrılmasına kafa yormuyordum. Onu öyle benimsemiştim belki. İki taraftan da bir eksiklik hissetmediğim için hiç kafama takmamıştım. Peki bu benim hayatımı ve gelişimimi etkilemiş miydi? Buna cevabım hayır. Lakin çoğu insan bunun tersini düşünecektir. Ben, ailemden bana geçen genleri kendi hayat tarzımla harmanladım. Her insanın farklı olduğunu düşünüyorum.

Teşekkürler, dedi. Ben teşekkür ederim, dedim hemen. O beni tanımaya çalışıyordu. Verdiğim samimi cevaplara(!) teşekkür ediyordu. Peki ben neye teşekkür ediyordum? Beni anlamasına mı yoksa saati 250 Euro'luk seansla belimi bükmesine mi teşekkür ediyordum? Kalkmamı bekliyordu; ama kalkmıyordum. Gözleri notlarındaydı. Dokuz saniye sonra kaşlarını kaldırarak bana bir bakış attı. Kuşların cıvıldayışı geldi kulaklarıma. Suratına gülümseyip aniden somurtan insanları bilirsiniz, acaba karşımda öyle biri mi vardı? Merak ediyordum.. İşi bitmişti ve benden kurtulmak istiyordu. Bunu hissedebiliyordum ve hoşnut değildim. Bu odada bir fazlalıktım. Yere sürte sürte giden, sürttükçe de kıvılcımlar çıkaran bir balta hayal ediyordum. 2 metreye yakın kollarımla gidip kucaklayamayacağım kadar geniş gövdeli bir ağaç vardı karşımda. Baltayı havaya kaldırdım. Bir çınlama ve rüzgarın sesi geldi hareketimle. Gözlerimi kapamadan ağacın gövdesine geçirdim baltamı. Yapraklar döküldü başımdan, kuşlar uçuştu. Baltanın gövdeyi girmesiyle tok bir ses duyuldu. Zevkten çığlık attım. Diyaframım parçalanıyordu nefes alıp vermekten. Gülümsedim. "Gözleriniz..." dedim. Baltamı sırtıma koydum. Gözleri daha da büyüdü. "Gözlerinizde..." dedim. Merakla bana bakıyordu. "Gözlerinizde çapak var..."

Arkamdan kapıyı çekip giderken bu ormana bir daha ayak basmayacağımı biliyordum. Annemin ne kadar iyi kalpli, babamın ise ne kadar saygılı ve kibar bir insan olduğunu düşündüm. Onların oğlu olmaktan gurur duyuyorum. İyi ki varlar..

19 Temmuz 2014

Bakkal Amca

Elimde kare, jelatin kaplı, ışıl ışıl, üstünde "PEPSİ KAZANDINIZ!" yazan, cipsin içinde durmaktan üstü yağ kaplamış, dokununca en az iki kere parmak yalatan cinsten bir kağıtla yüzüne baktım. Oracıkta yüzü düştü, tüm gün yaşadığı dertler iki katına çıktı sanki. "Evet?" dedi. "Ne var ulan?" demek istedi. Küçük olduğum için "evet" dedi sanırım. Pepsi, dedim. Pepsi kazandım. Cipsten çıktı. Bi kağıda baktı, bi bana baktı. Milli piyangodan büyük ikramiye tutturmuşum gibi gözleri büyüdü. Yok pepsi mepsi! dedi. Demek ki gözleri öfkeden büyümüştü. Bu bakkalda pepsi mepsi yoktu ya da bana verilecek pepsi mepsi yoktu. Direttim. Niye ya, diye sordum. Bu bir soru cümlesi değildi. "Pepsimi istiyorum" içerikli üzgün çocuk söylemiydi. Nerden aldın sen o cipsi, diye sordu. Sizden aldım, dedim. Yalan söyledim. Okulun yanındaki marketten almıştım. Evde açıp görünce de cips+kola yapmak için soluğu bizim bakkalda almıştım. Zibidi, haylaz, bacaksız gibi kelimeler arka arkaya döküldü ağzından. Alt tarafı bir pepsi kazanmıştım. Zaten bu küçük yaşta daha ne kazanabilirdim ki? Bir Pepsi için neler çekiyordum. Coca Cola çıkmadığına dua ediyordum, yoksa dayak yiyebilirdim. Dolabın kapağını açtı, Pepsiyi uzattı ve sertçe "al!" dedi. Aldığım gibi fırladım. Yüzümde sevinç, elimde Pepsi eve koşturuyordum. Bi baktım arkamdan bakkal da koşuyor. Onu görünce adrenalinim arttı. Koştukça koştum. Ben önde bakkal arkada deliler gibi koşuyorduk. Pepsi için koşuyorduk. O soğuk Pepsi ve soğanlı cips için hayatım pahasına koşuyordum. Eve olan son dönemeçte bakkal beni boynumdan yakaladı, yere itti. Pepsi elimden fırladı. Amerikan filmi olsa burada çocuk "nooooooo"diye bağırırdı. Ben de "yooooooo" diye bağırdım. Pepsi taşa çarptı ve patladı. Köpükler fışkırdı sokağın dört bir yanına. Kolum da kanıyordu. Dönüp bakkala haykırdım: beğendin mi yaptığını?!. Adamcağız ne diyeceğini bilemedi. Beni kaldırdı, üstümü başımı silkeledi. Dönüp yürümeye başladı. Arkasından bakakaldım. Kolum kanamıştı ve Pepsim patlamıştı. Ben de eve döndüm. Televizyonun karşısındaki kanepeye oturdum. Durmadan of çekiyordum. Cips yiyesim de yoktu. Televizyonu açtım. Pokemon da bitmişti. Her şey üst üste geliyordu! Kanepeye uzandım. Bir an elim cebime gitti. Hışır hışır eden bir kağıt duydum. Çıkardım ve baktım ki kağıtta ne yazsın: PEPSİ KAZANDINIZ!

2 Temmuz 2014

Çocuk

Klimaya bakıyorum. Kumandası elimde. Güneş var, kar tanesi var, bir de yağmur damlası. Katalitiğin dibinde çömelmiş 3 dakika sol tarafımı, 3 dakika sağ tarafımı ısıtıyorum. Bazen arkamı dönüp sıcağı arkadan yiyorum; lakin yetmiyor. Katalitik, 2 metrekarelik alanın dışına ısı yaymadığı için Hollywood yapımlarındaki doğal afetleri aratmayan sıcak-soğuk dengesini odada bizzat yaşıyorum. İçinde bulunduğum 2 metrekarelik alan Alanya sıcağını yaşarken, geriye kalan alan Novosibirsk'te -30 dereceyi hissettiriyor. Çocuk olduğum için 2 metrekarelik alan benim hakkım. Çünkü ısınmaya herkesten çok ihtiyacım var. Evde de zaten ben ve anneannemden başka kimse yok. Anneannem büyük bir cesaret göstererek az önce kendini cephede ileri attı ve mutfakta bana yemek hazırlıyor. Ben de klimanın aslında kışın da kullanabileceğine dair kendimi ikna ediyorum. Anneannemin gelmesiyle bu düşünceleri ona da aşılıyorum. Klimayı niye açtın, diye soruyor. Isınmak için, diyorum. Klimanın yapabileceklerini gözlerimi kocaman, ellerimi geniş geniş açarak anlatmaya çalışıyorum. Müthiş bi çelişki içindeyiz. Açma bak bozacaksın, diyor. Dinlemiyorum. Klima çalışmaya devam ediyor. Önce soğuk üflüyor, sonra güneşe basıyorum. Güneşin beni ısıtmasını umuyorum. Klimadan garip sesler gelmeye başlıyor. Belki de önce kendini ısıtması gerek? Derken klima kendi kendini kapatıyor. Fazla ısındı belki de? Dumanlar çıkıyor içinden ve anneannemin dediği gibi "bozuluyor"!!

Söz dinlemez bir çocuk muydum, diye düşündüm. Usluydum. Belki de ailem bana karışmadığı için uslu gibiydim. Gözlem yaparak değil, deneyim ederek öğrendim çoğu şeyi. Deneme-yanılma hayatımın en büyük gerçeğidir.

orta-kafa-gol (temsili)

"Saat kaç oldu? Sizin eviniz yok mu? Hadi ses yapmayın, evinize gidin" dedim beşinci kattan. Belki beşinci kattan söylemem, belki de sesimin yeterince yüksek çıkmamasından kaynaklı bi umarsızlık vardı çocuklarda. Kaleci hiç oralı olmadı. Ortacı ve kafacının biraz dikkatini çekebilmiştim. Onlar da lafım bittikten sonra top oynamaya devam ettiler. Saat 23.14'tü. Ben bu saatte, onların yaşındayken bilmem kaçıncı rüyamı görüyordum. Çocuklar sokakta top oynamaktan, profesyonel futbolcu hayatına, daha da ileri gidip Dünya Kupası'nda ülkesini temsil edecek bir başarıya ulaşabilecek çocuklar da değillerdi . En fazla bundan on sene sonra Mert, Hüseyin, Mehmet gibi arkadaşları ile halı sahada top koşturacaklardı. Bizim sokaktan Neymar'ın yetişmesini beklemiyordum. Öfkemin kaynağı buydu. Sabahlara kadar orta-kafa-gol üçlüsünü sürdürmenin ne alemi vardı? Küçük uyarımı yapmamdan tam dört dakika otuz iki saniye geçmişti ki bir daha pencereye çıktım. "Oğlum anlamıyor musunuz? Uyuyoruz lan burada! Yürüyün gidin lan evinize zibidiler!!" dedim. Bu sefer kalecinin de ilgisini çektim; fakat "hadi lan oradan" der gibi bi hareket yaptı bana. Birinci katta oturmadığıma dua ettim. Zira üstümdeki donla pencereden atlayıp çocuğu gırtlaklayabilirdim. "Aşağı iniyorum ulan bekleyin!" dedim. Ayağıma terliğimi geçirdim, soluğu sokakta aldım. Evden nasıl çıktığımı hatırlamıyordum. Sokağa indiğimde bana üç kişi sürpriz yaptı. Üç çocuğun üç abisi de karşımda duruyordu. Saklandıkları karanlıktan çıkmışlardı. "Oğlum size kaç kere dedim, bak, arayalım şu belediyeyi. Buraya güzel bi yer yapsınlar. Size de yazık sokak arasında oynuyorsunuz, araba geçiyor hep. Geç oldu ama, dur, ben çıkıp şu adamı bir daha arayayım" dedim. Boşluktan yararlanıp tüydüm. Evden nasıl çıkıp sokağa indiysem, aynı hızda eve geri döndüm. Kulağıma tıkaç taktım. Deliksiz bir uyku çektim.

Ankara'da gecekondu hayatı yaşarken hayatım sokaklarda geçiyordu. Dersimi yapıp hemen kendimi dışarı atardım. Annem babam işten gelinceye kadar top oynardım. Çocukluğumu tasoyla, topla, saklambaçla, eriğe dalarak, dut ağacına tırmanarak, bisiklete binerek, kızlarla dansa davet oynayarak geçirdiğim için çok mutluyum.

11 Haziran 2014

Erkut

"Seninle ilk tanıştığımızda, senden.." diye cümleye başladı. İkinci görüşmemizdi. İlk görüşmemizde ise kısa süre birlikte kalabilmiştik. O yüzden onu tanıma fırsatım olmamıştı. Minik bir burnu, sevimli omuzları, kışkırtıcı bir göbek deliği vardı. Vücudunun görebildiğim kıvrımları hoşuma gidiyordu; konuşmaları, tavırları, üslubu ise henüz tanışmadığım yanıydı. Hayatı nasıl görüyor, gününü nasıl geçiriyor, mazoşist mi, hiç burnuna kelebek kondu mu, yalan söyler mi, göbek deliğinin fotoğrafını hiç çekmiş mi, utandığında kızarır mı, cin-tonik sever mi vb. gibi bir sürü soru dolanıyordu kafamda. Lakin siz bunları öğrenmekten öte kurduğu ilk cümlenin devamını merak ediyorsunuz, öyle değil mi? Açıkçası devamını ben de bilmiyorum. Bunu kendisine sormamız gerekiyor, çünkü ben insanların sadece bir kez tanıştığını düşünürüm. O ise birkaç kez daha tanışacağımızı düşünüyordu herhalde. O yüzden kurduğu saçma cümle üzerine konuşmadan uzaklaştım. Önümdeki sodaya baktım, cin-tonik almadığım için kendime küfrettim. İçimden. Dışa vursam belki de onu buradan uzaklaştırabilirdim. Neyse ki ahlaklı bir kişi olarak yetiştirilmiştim. Önümdeki bu durum beni şu yaşıma kadar takındığım ahlaktan uzaklaştıramazdı.

"Peki Erkut, what's it's shape?(bu şekil ne?)" sorusuna çocuk biraz düşündü. Soru yan masadan gelmişti. 5 kişilik bir ailenin en küçük bireyine, Erkut'a sorulmuştu soru. Karşımdaki kız ya benden nefret ettiğini ya da bana aşık olduğunu anlatıyordu, bilmiyorum; ama yan masadan gelen sorunun cevabını çok iyi biliyordum. Erkut cevabı tam anlamıyla "yapıştırdı!". It's a square!(O bir kare), dedi. Tüm aile alkışladı. Bu sayede yan masaya bakma hakkımız oldu. Çünkü bu tip sessiz yerlerde yapılan sesli gösteriler tepki toplardı. Genelde kaşlar kalkık "noluyor yahu" bakışı atılırdı. Biz de işte bu bakışı attık. Bize eşlik eden iki masa daha vardı. Herhalde geriye kalan 7 masa Avrupa görmüş kişilerdi. Çünkü Avrupa'da bu normal bir hareketti. Kendi halinde, sessiz bir metroda bağıra bağıra konuşan iki kişi o insanlara sıcakkanlı, sevecen insanlar olarak görünüyordu. Biz ise bu tipleri hiç sevmezdik.

"Good boy, well what's it's shape?" diye yine sordu annesi. Çantasında bu küçük cisimleri taşıyan çılgın bir anne. İngiltere görmüş, aksanından anlaşılan, etrafındakilere çocuğunun ne kadar zeki olduğunu göstermekten zevk duyan bir anne. Böylesine zeki bir çocuğun da zaten bu kadar zeki bir annesi olabilirdi ancak, diye içimden geçirdim. Oğullarının ismini yanlış koymuşlardı. "Zeki" olmalıydı. Erkut bu sefer pek düşünmedi, bildiği yerden gelmişti soru. "It's a triangle(O bir üçgen)" dedi. Yine alkış kıyamet. Bu sefer bizim masa dahil üç masa da dönüp bakmaya tenezzül etmedi. Avrupalılaşmaya atılan ilk adımdı bizimkisi. Aile ise Avrupa sınırlarını aşmış, kendi bağımsızlıklarını ilan etmişti. Bayraklarındaki sembol, Erkut'un içinde bulunduğu Migros tipi mini araba olabilirdi. Yeşil zemine kırmızı araba. Kral Erkut. Anne Kraliçe. Marşlarında geçen kare ve üçgenler. Kafamda çılgın fikirler vardı.

(temsili)

Ayağa kalkıp tuvalete giderken düşüncelere dalmıştım ve ailenin bulunduğu masaya bakıyordum. Masanın etrafında Erkut yoktu ama. Ayağımla arabasına çarpıp üzerinden geçtiğimde, aslında tam da önümde durduğunu anladım. Ailesi hep bir ağızdan çığlık attı. En büyük çığlık annesine aitti. Oğlunun üzerinden 2 metrelik bir orman devi geçmişti sanki. Oğlu ezilip ölmüş olabilirdi. Hayır Einstein, bu yaşta ölemezsin, daha çok küçüksün! Ben ise ölmediğime dua ettim. Çünkü ayağımı arabasına fena çarpıp düşerken de bir masanın ucuna kafasını vuran bendim. Sırtüstü yere düştüm. "Ouch" dedim. "Ah" da diyebilirdim. Demedim. Avrupalılaşmaya atılan üçüncü adımım da bu talihsiz kaza ile gerçekleşmişti böylece. Hafif başım döndü. Ailesi Erkut'un başında, bizim Kışkırtıcı da benim dönen başımdaydı. İyi olduğumu söyledim. Erkut da iyi görünüyordu. Hatta ağzının her yerine bulaştıra bulaştıra yediği dondurmayı yemeye devam ediyordu. Annesi Erkut'u arabadan çıkarıp kucağına aldı ve oturduğu yere döndü. Babasıyla göz göze geldik. Sorry(Üzgünüm), dedim. No problem(Sorun değil), dedi. Ayağa kalktım. Tek başıma lavaboya gidebileceğimi söyledim. Tuvalete gidip s.çacağım halde, hala ellerimi yıkamam gerekiyor, havası veriyordum.

Tuvaletin kapısını kapatıp klozete oturdum. Karşımda saçma bir reklam vardı. Üçgenin içine yazılmış emlakçı ilanı. Triangle, dedim içimden. Yani three angle ve three sides(üç açı ve üç kenar). Üçgenin İngilizce'deki mantık karşılığı buydu. Bunu düşünen 25 yaşında biriydi. Erkut ise 5 yaşındaydı. Ailesi yine de onun, benim yaşımda olduğunu iddia ediyordu çevresine. Tuvaletten çıktığımda önce Erkut'u aradı gözlerim. Ortalıkta yoktu. Ailesi de görünürde yoktu. Gitmişlerdi. Gözlerime inanamadım. Her şey çok çabuk gerçekleşmişti. Erkut'un olmadığı bir yan masa sıkıcı bir yan masaydı. Bana işkence çektiren zalim masaya duyduğum sevgi. Lanet olası Stockholm sendromu. Kendi masama döndüm ve onun konuşmasına fırsat vermeden "bize gidelim mi? Evde 8lik kutu Efes vardı. İçeriz, muhabbet ederiz" dedim. Türk damarım basmıştı. Gözleri güldü. Olur, dedi. Bana aşıktı..

15 Nisan 2014

Canavar

Elimdeki televizyon kumandasını koltuğa fırlattım, hemen yanımdaki duvara avuç içim kızarana kadar vurdum. Yanma hissini duyana kadar devam ettim. İçimdeki öfke, ellerime ulaşan acıyla karıştı. Öfkemin dizginlendiğini hissedebiliyordum; ama yeterli değildi. Okkalı bir küfür salladım tavana bakarak. Sanki o küfür duvardan geçip üst katta yaşayan canavara ulaşmıştı ya da ben öyle olmasını umuyordum. Çok geçmedi, bir küfür daha savurdum başımın üstünden. Son küfrün içeriği daha ağırdı. Öfkem söndü. Yerime oturdum. Televizyona bakıyordum boş boş, ne izlediğimin farkında değildim. Kafamda müthiş bir senaryo kurguluyordum. Mutfaktan bıçağı alıp yukarı çıkıyordum, önce çocuğu sonra ailesini doğruyordum. Aklıma Hannibal geldi. Sonra Vikings'ten Kan Kartalı. Müthiş bir beyin fırtınası yaşıyordum. Boğulma hissi veren surata muşamba koyup bir kova su dökmek, ayak altlarını kesip tuza basmak, canlı canlı yakmak. Bir an duraksayıp "napıyorum ben?!" dedim kendi kendime. Sadistliğe doğru gidiyordum sanırım. Üst kattaki canavar beni yoldan çıkartmıştı. Ellerimi ovuşturup hain planlar yapıyordum resmen.

O gece nasıl uyudum hatırlamıyorum; lakin sabah 7'de üst katta koşturan atlıların beni uykumdan nasıl uyandırdığını çok iyi hatırlıyorum. Tek gözüm açık bir halde sokak terliğimi ayağıma geçirdim ve kendimi üst katın zilini çalarken buldum. Kapıyı canavar açtı. 7 saniye kadar birbirimize baktık. İşte düşmanımla karşı karşıyaydım. Aslında o an işini bitirebilirdim. Beni görünce gözleri büyümüştü. Vücudu sağa sola hareket ediyordu. Hiperaktif biri olduğunu görebiliyordum. Karşımda "fatality" bekleyen Johnny Cage gibi sallanıyordu. Anında bağırsaklarını söküp eline verebilirdim halbuki. Yapmadım... 7 saniye sonra yanına dedesi geldi. Bakın, dedim. Torununuz... Lafımı kesti. Torunum değil, dedi. Saçları bembeyaz, yüzü gözü kırışık tam bir dedeydi bence. 5 yaşındaki bu canavar için geç kalınmış bir baba vardı karşımda. Kızım, diye düzeltti. Sabah saat 7, bugün cumartesi ve kızınız dün geceden beri ses yapıyor, farkında değil misiniz diye sordum. Çocuk bu, dedi. Çocuk? Ne çocuğu? Demek ki kızının bir çocuk olduğunu düşünüyordu. Benim gözümde bir CANAVARDI!! Metallica'nın "it's just the beast under your bed" dediği yatak altı canavarı kadar vardı. Azdı bile. Çocuksa çocuk napalım, dedim. Saçma bir şeydi söylediğim; ama boş bulunmuştum. Olayı kendi lehine çevirmişti adam. 5 yaşında bir kız çocuğu. Napsın yani? At koşturmanın yeri ev değildir, dedim. İşler iyice boka sarıyordu. Küçücük bir kız çocuğuna küfür etmiştim hem de iki kez. Çıkıp babasına dede demiştim. Çocuk olmadığını ima etmiştim. Atlara hakaret etmiştim. Hayvan düşmanı, iğrenç bir insandım ben. Kızın canı sıkıldı galiba, içeri gitti koşarak. Emeklemeden koşmaya başlamış bu, diye içimden geçirdim. Babası bir adım attı bana doğru. Tamam büyütmeyin, dedi. Büyütemedim de.. Arkamı döndüm ve gittim.
Bu olaydan sonra hafta sonunu sessiz geçirdik.. Karşı binadaki mantolama, yan sokağa kurulan pazar için yapabilecek bişe yoktu zaten. Borum ancak üst kata ötüyordu, o da tam ötüyor denilemezdi. Pazartesi günü tekrardan sesler yükseldi; lakin bu sefer atlılar yerini inşaat işçilerine bırakmıştı. Matkap beynimi deliyordu adeta. Kulaklığın engelleyemediği bir matkaptan bahsediyorum size. Öfkem geri geliyordu, bunu içimde hissediyordum. Kulaklığı çıkarıp hoparlörü bağladım bilgisayara ve 1/10 olan bass'ı 10/10 yaparak sesi de sona vurdum. Gümbür gümbür müzik dinliyordum. Matkabı bir adım geçmiştim. Böylece onlara da ceza verdiğimi düşünüyordum. Üst kattakiler, alt kattakiler ve yan daireye işkence çektiriyordum. Şeytan gibi "hahahah" gülüyordum. Şarkı üstüne şarkı açtım. Saatler geçti matkap bitmedi, benim içimdeki müzik aşkı bitti. Kapattım müziği, üst kata çıkıp zili çaldım. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Sadece gidip zile basmıştım. Zaten zili de duymuyorlardı. Kapıyı yumrukladım. Tam dönüp gidecekken kapı açıldı. Açıldı ve... Bilmiyorum nasıl anlatsam. Hiç kapanmasa hayatımı orada ona bakarak geçirebilirim gibi geldi. Elinde bir çekiç, bahçıvan kot, üstünde askılı, yeşil gözlü, saçları at kuyruğu, dudakları çilek gibi bir kız. Vücudumun hata verdiğini düşündüm. Nereye geldim ben, dedim. "Evet ne vardı?" der gibi suratıma baktı. Ben de "yok yok hiçbişe yok ben yokum kimse yok" der gibi ona karşılık verdim. İçeride Satisfaction klibimi mi çekiliyordu acaba? Ama onlar dönmeydi, bu kız ise bir melekti. "Ben uzun süre inşaatlarda çalıştım, yardıma ihtiyacınız varsa söyleyebilirsiniz, komşuyuz sonuçta" dedim. Ne dedim? Bunları ben mi dedim? Neyse ki kız da inanmadı söylediklerime. Çok teşekkür ederiz ama hallediyoruz, dedi. Tamam.. Ben gideyim o zaman..

Bir hafta sürdü ses. Ben ise her fırsatını bulduğum zamanda yukarı çıkıp tatlı mı tatlı komşumla muhabbet ettim. Kızın, canavarın ablası olduğunu öğrendim. Her şey çok güzel gidiyordu. Canavarla da abi-kardeş gibi olmuştuk. Hatta bir gün ablası gelip canavarın bir kaç saat bende kalmasını bile rica etmişti. Seve seve, demiştim. Birkaç saat sonra ablası karşımda bir adamla el ele bana gülümserken aslında "seve seve" olmadığını anladım. Bütün sevgim, hayranlığım, at kuyruğu 4. kattan aşağı atlamıştı. Teşekkür ederiz, demişti kardeşini alıp evlerine giderken. Ben ise bir şey demeden kapıyı kapatmıştım. Zabıtayı aradım, şikayette bulundum. Şikayetiniz nedir diye sordu. Hislerimle oynadılar memur bey, dedim. Telefonu kapattım. Kulaklığımı taktım. Enter Sandman açtım.

11 Ocak 2014

Fikir Taneciklerim #12

-Tiyatro, kan, çirkeflik, yalan, zulüm, küfür, hepsinden önemlisi ırkçılık. Bu saydıklarımın hepsi tek bir sporda toplanmayı başarmış: Futbol. Sondan başlasam, ki ırkçılık, futbolun her yerine nüfuz etmiş durumda. Bütün reklam panolarında yazıyor: "Say NO to Racism!". Türkiye'de de bu ırkçılık konusu, bundan iki sene önce Emre Belözoğlu - Zokora arasında geçen diyaloglar sonucunda patlak verdi. Emre'nin yaptığı birçok şeyi hatırlamıyorum, ama sarf ettiği o hakaret hep aklımdadır. İstediğiniz kadar kendinizi yırtın futbol kurulları, bu ırkçılığın önüne geçmek mümkün değil. FIFA lafım sana! Çünkü birçok futbolcumuz ahlaksız ve de eğitimsiz. Fair-play, ki temelinde herkese adil olmayı temenni eder, Türkiye'de yoksun. Düşene el uzatmayan, kendine temas olmadığı halde kendini yere atan, meslektaşına küfür eden, otoriteye (hakem) kafa tutan futbolcuların yeşil sahada oynadığı tiyatroyu izliyoruz hepimiz. Mesela bütün Galatasaraylılar Eboue'nin kendini yere atmasından bıktı, Eboue bıkmadı ve bıkacak gibi de durmuyor. Dünya'da ise Real Madrid'li Pepe'nin Barcelonalı futbolculara kafa göz girmesini her maçta görüyoruz. Zamanında Zidane'nın Materrazi'ye attığı kafa geliyor aklıma. Genel anlamda düşündüğümde gerçekten içi pisliklerle dolu bir spor izliyoruz. Peki neden izlemeye devam ediyoruz, nasıl bundan zevk alıyoruz? İşin içine kendimizi dahil ettiğimizde zevk alıyoruz. Futbolcunun ettiği küfrü kendin etmiş gibi hissettiğinde,  futbolcunun kendini yere atıp penaltı aldığında duyulan heyecanı hissettiğinde zevk alıyorsun. Yani bu yalana dahil olduğunda. Tuttuğum takımın her zaman yanındayım, ama bir fanatik değilim. Holigan değilim. Fanatizm bu Dünya'da anlayamadığım en büyük olgu.

Futbolcu, karşı takımın futbolcusunun ayağına tehlikeli bir şekilde giriyor, sonra hakem sarı kart veriyor ve gidip hakeme itiraz ediyor ya. İşte o anda futboldan soğuyorum. Anlatabiliyor muyum?

-Ailenin tek çocuğuyum. Küçük çocuklarla da hiç anlaşamıyorum. Asıl sorun: onlara nasıl davranacağımı bilmiyorum. İçimde abilik güdüsü yok. Babalık güdüsü de beraberinde eksik. Büyük bir sıkıntı aslında. Bir keresinde annesi tuvalete gireceği için küçücük bebeğini bana verdi tutmam için. Nasıl tutacağımı şaşırdım. Bebek bana bakıyor, ben bebeğe bakıyorum. Tek kelime etmiyorum. O da etmiyor doğal olarak. 30 saniye kadar bakıştık. Benden etkilendi sanırım. Sonra bir kız geldi yanıma. "Aman da ayyy da aman da bu da nası da tatlı da bi kızmış da aman da" gibi içinde bolca "da" geçen cümle kurdu. (Rus mu nedir? ...  Laz mı acaba?) Verdim bebeği eline "ne haliniz varsa görün" gibisinden, çektim gittim. Bu küçüklere olan sevgi beynimin neresinde ise onu doktora göstertmem lazım. Bu sevgiye fazlasıyla sahip olanlar da bence gitsin bi doktora. Öyle şebeklik mi olur allah aşkına? Özellikle bu tip insanların küçük çocuklarla diyaloğa girmesine hiç anlam veremiyorum. Çocuk dediğin tekil kelime kullanır. Baba, anne, mama, evet, hayır, tamam, iyi, (kibar konuşmasını isteyenler için) lütfen, yaaa, bana ne, oyuncak. Bunlar var çocuğun müfredatında. Sen de çocukla iletişime geçince, mesela telefonda, aynen şöyle bir şey oluyor:

  • Mert, alo, Mert.. Abicim nasılsın? 
  • İyi.
  • Napıyosun bakalım?
  • ... (Ses yok)
  • Yemeğini yedin mi?
  • Evet
  • Nasıldı, güzel miydi?
  • Evet.
  • Ben yarın size gelicem, seni parklara götürcem, tamam mı abicim?
  • Tamam.
  • İyi hadi, annene babana selam söyle, öpüyorum seni.
  • Tamam

Çocuğa evet-hayır sorusu sormazsan eğer ilerlemeyen bir diyalog örneğidir bu. Yeri gelmişken de söyliyim. Abicim, annecim, babacım diyince olmuyor. Baba sensin, babacım diyorsun, böylece o baba oluyor. Muhteşem bir anlam karmaşası.

-Bir sene olacak D-Smart'a üyeyim. Reklamların büyüsüne kapıldım. Baktım 49 liraya hem internet hem tv yayını veriyor, başvurmak istedim. Bir insanı kademeli olarak nasıl s.kerler onu gördüm. Başta güzel geliyor tabi. Hem kotasız 8 megabit internet var, hem içinde HD kanallar olan tv yayını var. Ohh ohh mis gibi, dedim, aradım. Durum aynen şu: kadın diyor ki kampanyanın kuralları şunlar şunlardır. Aylık 49 lira. 2 yıl da taahhütlü. Onaylıyor musunuz? Evet. Buraya kadar her şey normal. Sonra sadece bir defaya mahsus şu kadar bir para alıyoruz sizden, ilk faturanıza yansıyacak. İyi tamam. Bir de televizyon genel bilmem ne b.klarına göre bi ücret daha kesilecek. Üff peki. Dekoder parası, çanak parası derken her şeye evet demek zorunda kalıyorsunuz. Bunlar giriş paketi. Bir üst pakete geçmek istiyorsanız 10 lira daha. Spor kanalları için 10 lira daha. Sinema paketi için 10 lira daha. Bir kanala sokuyorlar sizi ve o noktadan sonra geri dönemiyorsunuz gerçekten. Onu verdiysem bu parayı da veririm diyerekten geçirdikçe geçiriyorlar. Telefonun diğer ucundaki kızlar da nasıl tatlı konuşuyor nasıl tatlı konuşuyor, bunların hepsi 1000 lira dese tamam dersin. Her neyse, ilk ay faturam geldi, 150 küsur lira. Her ay 80 liraya yakın para ödüyorum artık. Çıksam üyelikten, diğerleri de aynısının laciverdi. Sonuç olarak kime kendimizi kazıklatacaz, ona karar veriyoruz.
-Dün Hakan Günday'ın Azil, Az, Zargana, Kinyas ve Kayra kitabından sonra benim için beşinci kitabı olan Daha adlı kitabını bitirdim. Aralarından favorim olan Kinyas ve Kayra ile oranla yine içinde kompleks cümleler barındırıyor. Zaten yazarın beğendiğim yanı bu. Kitabı çerez gibi değil durup düşünerek okumanız gerekiyor. Çünkü içinde tüm kitabı birbirine bağdaştırdığı olgular var ve bunu çok güzel süslüyor. Çoğu zaman yazı yazmamı Hakan Günday engelliyor. O kadar başarılı ki cümleleri, benim kurduklarım yanında sönük kalıyor. Kendimle onu kıyaslamam doğru değil belki, ben sadece amatör bir bloggerım. Diğer bir konu ise kitaptaki karakterlerin yaşadığı, gezdiği yerler. Ben de işim gereği oldukça çok geziyorum. Mesela Kinyas ve Kayra'daki Burkina Faso -Ouagadougou şehrini görünce gözlerim yerinden çıkmıştı. Orada tam 6 gün geçirdim. Daha'da İslamabad'dan geçtiği yolu anlatırken henüz bir hafta önce geçtiğim yollar geldi aklıma. Bu durum da beni kitaba bağlayan konulardan biridir.

Daha kitabında beni yakalayan cümleler:

  • ...Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi her şey, kumaşlarla ilgiliydi. Adalet tanrıçası Justitia'nın göz bağından bayraklara kadar, her şey bir kumaş meselesiydi... Hâlâ çıplak kalabilmiş birkaç Amazon yerlisinin yüzlerindeki o huzur, kumaşsızlıktan geliyordu.
  • ...Birbirini yiyen o hayvanlar, her şeyi yiyen o insanlar, bütün cesetleri yiyen o böcekler, o böcekleri yiyen başka böcekler... "Hepsinin de amına koyayım!" diye bağırıyordum. "Bu doğayı hayal edenin de, bütün bu et yiyip kan içme sahnelerine mucize deyip, hepsi için de şükredenlerin de ta amına koyayım!"
  • Sonra da biraz yürüyüp düştüm... Kalktım ve biraz daha yürüdüm. Sonra bir daha düştüm. Bir daha kalktım, yürüdüm. Ve bir daha düştüm. Paranın kalanı da öyle bitti. Düşe kalka... Elimde bir şişe votkayla...
  • "Bir kamyon var! Amcamın kamyonu! Binersin, gidersin! Afganistan'a elma götürüyor. Seni de götürür.
          "Anlaştık" dedim.

          "Kadın ister misin?"

          Yine güldüm.

         "Ben şu andan itibaren bir elmayım, Babar. Ne yapabilirim ki bir kadınla?

         "Tamam işte!.. Sana bir kadın bulurum, o da ısırır seni!"

         "Boş ver!" dedim. "Kimseyi cennetten kovdurmayalım şimdi!"

Daha kitabını okurken bir arkadaşım "onun konusu ne?" diye sordu. O anda elli tane şey söylemek istedim, ama cümleler ağzımdan çıkamadı. Sanırım Hakan Günday'ın kitaplarındaki derin konuları karşı tarafa aktarmak pek kolay olmuyor.

4 Ocak 2014

Hiç Anlatma, Tadımız Kaçmasın.. Bozuşmayalım..

Çoğu blog'u okuyamama sebebim, beni bu yazı işinden soğutan şey ne biliyor musunuz? Anlatım bozukluğu.. ÇAT!!! Pencere kapandı. Yazının bittiği an. Ulan senin ne haddine bunu eleştirmek? Hayır, ben hem bir yazar hem de bir okurum. Eğer ki okuduğum yazı birden fazla anlatım bozukluğu içeriyorsa kendimi onu anlamak için zorlayamam. ÇAT!!! Pencere kapanmadıysa bile, artık kesinlikle kapandı.

Böyle bir sıkıntı var, evet, ne yazık ki çoğu blogger yazdığı şeyi okumadan paylaşıyor. Kıskanıyorum onları. Muhtemelen eve gelince o adam çıkarıp kazağını odanın ortasına atıyordur. Bilgisayarının masaüstü klasörlerle kaplıdır, telefonundaki mail kutusu 1724 sayısıyla kıpkırmızı parlıyordur. Eminim. Asıl kıskandığım nokta ise bu kişilerin okunuyor olması. Ben de okunmuyor değilim, ama bazı yazılar karşısında kendimi yerden yere vuruyorum.

#Eğer ki eğitiminde Türkçe dersine gereken önemi vermediysen, anlatım bozukluğunu anlaman mümkün değil zaten#

Aslında bu yazı oldukça riskli. Çünkü kendimi ister istemez ateşe atmış oluyorum. Otorite yaratmak isterken, eleştiri odağı olabilirim. Bugünden sonra yazdıklarım, şu an yazıyor olduğum, hatta yazmış olduğum yazılar incelenip "aha sen de böyle bir anlatım bozukluğu yapmışsın!" diyebilir biri çıkıp. Ahh keşke dese de "okuyor, dikkat ediyor adam" derim ben de. Yok, kendimi kandırıyorum. Öyle bir insan çıksın, çocuğumu keserim ben. Live Blog açarım, izletirim.

Bazı yapılan yanlışlara (kahrolsun bağzı şeyler) fazlasıyla uyuz oluyorum:

Geri İade

Allahım sana geliyorum!! Şöyle kalınca bir sözlük olsa da "aç bak ulan, aç lan şunu, iade ne demekmiş bi bak!" diyerekten sözlüğü kafasına vurmak istiyorum. İade ediyor, yani bir şeyi geri veriyor, utanmadan bir de başına "geri" ekliyor. Anladım ki senin veriş tarzın farklı. Geri geri veriyorsun. Tamam

-De, -Da eki

Esra Erol'a katılsam (iki gündür izliyorum da bilinçaltımı işgal etmiş kadın) aradığınız kişideki özellikleri sayar mısınız, diye sorsa Esra Erol. İlk diyeceğim özellik -de, -da ekini doğru yazsın, doğru kullansın olurdu. Yani bunun farkına var, 1-0 önde başlarsın benim için müsabakaya. Neyse şaka bir yana, bunu kafadan eleme malzemesi olarak görüyorum ben. Çok rahatsız ediyor beni. Dahi-dâhi okunuşu olsun, bu olsun, nasıl kafayı yiyorum anlatamam. Yanlış kullanıyorsa hayat enerjim çekiliyor. Anime karakterleri gibi, ÇAT!! Kafamı yere vurmak istiyorum.

Yarın, Hayır

Anlatım bozukluğu değil, ama o kelimelerin a'sını uzatıyor hani. Yaaaaaaaarın, diyor. Haaaaaaaaayır, diyor. O açılan ve açık kalmakta ısrar eden ağzına odunla vurmak istiyorum.

Yazı sadist bir noktaya doğru gidiyor bi durup baktım da şimdi. Az kalsın önüme geleni dövecekmişim. Neyse son bir örnek daha yazmak istiyorum:

Çok

Çok başım ağrıyor. Kaç tane başın var, bilmiyorum. Benim bir tane var mesela. Ha eğer ki başının ağrıdığını ve yerinde duramadığını belirtmek istiyorsan: Başım çok ağrıyor, diyebilirsin. Biri "çok karnım ağrıyor", "çok k.çım ağrıyor" falan diyince, bana yine bişeler oluyor.
Kan kustum yazıda. Daha çok örnek var, ama bunlar beni en çok yıkanlardı. Zaten daha da uzatırsam TDK'ya dönmüş olurum. Rahatça uyuyabilirim artık.