16 Aralık 2014

Günah

“Çantan kendinden büyük” denilen dönemi biraz aştığımı iyi hatırlıyorum. Sol elimde şemsiyem, sağ elimde beyaz resim çantası ve sırtımda çantam ile bir tufanın içinde evime ulaşmaya çalışıyorum. Beyaz resim çantasını evine taşıyan ender öğrencilerdenim. Genelde onun yeri sınıftaki dolabın üstüdür. Sadece resim dersinden yerinden kaldırılır ve bir hafta boyunca orada bekler. Tek demiri kırık şemsiyem yağmura karşı duruşumun tek simgesi diyebilirim. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor; lakin o zaman “boşalırcasına” sanırdım. Aradan uzun zaman geçtiği için de yağmuru abartıyor olabilirim. Hikayenin değer kazanması için sınırlarda gezmem gerekiyor, biliyorsunuz, yoksa şu an sayfayı kapatıp gidebilirsiniz. Haluk’u görüyorum uzaktan. Böylesine yağmurda onu görebilmem size abes gelebilir, gelmesin. Haluk’un çilli bir yüzü ve kızıl saçları var. Fark etmek çok da güç değil. Gel, hareketi yapıyor bana. Yağmurun altında bekliyor tek başına. Çölün ortasındaki bir vaha gibi parlıyor boş arazide. Etrafta kimse yok ikimizden başka. Yavaş adımlarla yanına varıyorum. Niçin yanına gittiğimi hatırlamıyorum. Hikayenin devamındaki hayırsız insan tavırlarımdan da bu hareketimin, sadece ve sadece bu hikayenin gerçekten de bir hikayeye dönüşebilmesi için gerçekleştirdiğime şu an kanaat getirdim. Evet, kesinlikle böyle olmuştur. Yoksa ben yolumu değiştirip Haluk’a gidecek bir insan değilim. Haluk her şey çok normalmiş gibi “naber la?” diye sordu. Yerel halk. Buranın ağzı bu. Neredeyim, anladınız. İyi, dedim. Çocuğum daha. Kısa cevaplar ve karşılıksız cümleler kurmanın ayıp olduğunu bilmediğim dönemimdeyim. Yağmur aynı şiddetle yağmaya devam ediyor. Peki Haluk bu vakitte burada ne yapıyor? Hiçbir fikrim yok. Sormuyorum zaten. Siz de öğrenemeyeceksiniz. Garip bir teklif geliyor Haluk’tan. “Ayakkabımı bağlar mısın la? Ben eğilemiyorum..” Kurduğu cümlenin saçmalığı, yolumu değiştirip gelmem kadar saçma. Mantıklı bir şey isteseydi, şaşardım. Ayakkabılarına bakıyorum. Suyun içinde. Tekinin bağcığı çözülmüş ve yağmurun oluşturduğu yapay gölette yüzüyor. Tamam, diyorum. Eğiliyorum. Şemsiyeni ben tutayım ver, diyor ve sırıtıyor. Kafanızda bir şimşek çaktı, öyle değil mi? Aynısı bana da oldu. Emin olabilirsiniz. İnce ve zayıf olmanın atikliği ile herhalde, anında Haluk’tan kaçıyorum. Arkama bakmadan koşuyorum. Bağırıyor “lan nereye gidiyorsun?” diye. Şemsiyeyi kafamın üstünde tutmaya çalışarak koşuyorum. Köşeyi dönmeden duruyorum ve arkama bakıyorum. Haluk milim kımıldamamış. Yağmurun altında bekliyor ve bana bakıyor. Koşmaya devam ediyorum. Gideceğim yolun etrafından dolanıyorum ki beni bulamasın. İnsan beyni çok hızlı çalışıyor. Yeterli mesafe kat ettiğimi düşündüğüm zaman biraz yavaşlıyorum ve hızlı adımlarla yürümeye başlıyorum artık. Bir el kolumu yakalıyor.

Tahmin ettiğiniz gibi elin sahibi Haluk değil. Hayır, bu bir korku filmi de değil. Başımı çevirdiğimde benim boylarımda genç bir kız görüyorum. Kırmızı şemsiyesiyle bana gülümsüyor. Kalbim hızlı hızlı atıyor. Koşmuyor olmama rağmen kalbim güm güm atmaya devam ediyor; ama hayır bunun adına aşk da denmiyor. Bu bir aşk filmi değil çünkü. Sadece adrenalin etkisi vücudumda devam ediyor. Kız benden yol tarifi istiyor. Tuhaf bir gün geçiriyorum gerçekten. Yolumun üzerinde olduğunu söyleyip onu götürebileceğimi söylüyorum. Yaklaşık 300 metreyi birlikte gidiyoruz ve saçma sapan şeylerden bahsediyoruz; zira muhabbet açacak durumda değilim. Hâlâ korku peşimde, Haluk olmasa da.. Metronun altından karşıya geçiyoruz ve yollarımız ayrılıyor. Sağdan gitmesini söylüyorum, ben ise sola dönüyorum. Bitkin bir halde eve dönüyorum..
Eve vardığımda bütün gece Haluk’u düşünüyorum. Şemsiyemi kapıp beni o yağmurda bıraktığını ve sırılsıklam eve geldiğimi, annemin bana kızdığını ve hasta olduğumu, bir hafta okula gidemediğimi rüyamda görüyorum. Ayakkabılarımın bağcıkları çözülmüş, defterlerim ıslanmış, en sevdiğim okuma kitabım okunmayacak hale gelmiş. Sobanın üzerinde kurutmaya çalışıyorum ama nafile.. Sobaya atıyorum kitabı ve içerisi daha da ısınıyor. Derken uyanıyorum ve okula gidiyorum. Okulda Haluk’u arıyor gözlerim; ama o beni, benden önce buluyor. “Oğlum dün niye kaçtın, mal! Belimden ameliyat oldum, eğilemiyorum.” diyor. Çok iyi düşünülmüş bir yalan diye aklımdan geçiriyorum. Geçmiş olsun dileklerimi ona iletiyorum ve yanından ayrılıyorum. Ameliyatmış.. Bütün gün boyunca aklımdan ona verebileceğim ama söyleyemediğim cevaplar geçiyor. Yalan söylüyorsun! Şemsiyemi çalacaktın! Beni kandıracaktın! Bütün yolu ıpıslak gidecektim! Senin yüzünden hepsi! Hasta olacaktım! Yatak döşek yatacaktım! Derslerimden geri kalacaktım! Hepsi.. Hepsi senin yüzünden olac..!! Öğretmen ismimi söylüyor. Donuk gözlerle öğretmene bakıyorum. Bütün sınıf çıkmış, iki kız ve ben kalmışım sadece sınıfta. Ayağa kalkıyorum. Montumu alıyorum. Şemsiyem ortada yok. Şemsiyem.. Haluk geliyor aklıma. Lanet okuyorum içimden. O çaldı! Kesinlikle o olmalı! Mağlubiyetin verdiği acıyla kapıdan tam çıkarken öğretmen arkamdan sesleniyor. Askıdaki şemsiyemi gösteriyor. Ağzım açık şemsiyeye bakıyorum. Sanırım Haluk'un günahını alıyorum.. Sanırım..

Hiç yorum yok: