15 Nisan 2014

Canavar

Elimdeki televizyon kumandasını koltuğa fırlattım, hemen yanımdaki duvara avuç içim kızarana kadar vurdum. Yanma hissini duyana kadar devam ettim. İçimdeki öfke, ellerime ulaşan acıyla karıştı. Öfkemin dizginlendiğini hissedebiliyordum; ama yeterli değildi. Okkalı bir küfür salladım tavana bakarak. Sanki o küfür duvardan geçip üst katta yaşayan canavara ulaşmıştı ya da ben öyle olmasını umuyordum. Çok geçmedi, bir küfür daha savurdum başımın üstünden. Son küfrün içeriği daha ağırdı. Öfkem söndü. Yerime oturdum. Televizyona bakıyordum boş boş, ne izlediğimin farkında değildim. Kafamda müthiş bir senaryo kurguluyordum. Mutfaktan bıçağı alıp yukarı çıkıyordum, önce çocuğu sonra ailesini doğruyordum. Aklıma Hannibal geldi. Sonra Vikings'ten Kan Kartalı. Müthiş bir beyin fırtınası yaşıyordum. Boğulma hissi veren surata muşamba koyup bir kova su dökmek, ayak altlarını kesip tuza basmak, canlı canlı yakmak. Bir an duraksayıp "napıyorum ben?!" dedim kendi kendime. Sadistliğe doğru gidiyordum sanırım. Üst kattaki canavar beni yoldan çıkartmıştı. Ellerimi ovuşturup hain planlar yapıyordum resmen.

O gece nasıl uyudum hatırlamıyorum; lakin sabah 7'de üst katta koşturan atlıların beni uykumdan nasıl uyandırdığını çok iyi hatırlıyorum. Tek gözüm açık bir halde sokak terliğimi ayağıma geçirdim ve kendimi üst katın zilini çalarken buldum. Kapıyı canavar açtı. 7 saniye kadar birbirimize baktık. İşte düşmanımla karşı karşıyaydım. Aslında o an işini bitirebilirdim. Beni görünce gözleri büyümüştü. Vücudu sağa sola hareket ediyordu. Hiperaktif biri olduğunu görebiliyordum. Karşımda "fatality" bekleyen Johnny Cage gibi sallanıyordu. Anında bağırsaklarını söküp eline verebilirdim halbuki. Yapmadım... 7 saniye sonra yanına dedesi geldi. Bakın, dedim. Torununuz... Lafımı kesti. Torunum değil, dedi. Saçları bembeyaz, yüzü gözü kırışık tam bir dedeydi bence. 5 yaşındaki bu canavar için geç kalınmış bir baba vardı karşımda. Kızım, diye düzeltti. Sabah saat 7, bugün cumartesi ve kızınız dün geceden beri ses yapıyor, farkında değil misiniz diye sordum. Çocuk bu, dedi. Çocuk? Ne çocuğu? Demek ki kızının bir çocuk olduğunu düşünüyordu. Benim gözümde bir CANAVARDI!! Metallica'nın "it's just the beast under your bed" dediği yatak altı canavarı kadar vardı. Azdı bile. Çocuksa çocuk napalım, dedim. Saçma bir şeydi söylediğim; ama boş bulunmuştum. Olayı kendi lehine çevirmişti adam. 5 yaşında bir kız çocuğu. Napsın yani? At koşturmanın yeri ev değildir, dedim. İşler iyice boka sarıyordu. Küçücük bir kız çocuğuna küfür etmiştim hem de iki kez. Çıkıp babasına dede demiştim. Çocuk olmadığını ima etmiştim. Atlara hakaret etmiştim. Hayvan düşmanı, iğrenç bir insandım ben. Kızın canı sıkıldı galiba, içeri gitti koşarak. Emeklemeden koşmaya başlamış bu, diye içimden geçirdim. Babası bir adım attı bana doğru. Tamam büyütmeyin, dedi. Büyütemedim de.. Arkamı döndüm ve gittim.
Bu olaydan sonra hafta sonunu sessiz geçirdik.. Karşı binadaki mantolama, yan sokağa kurulan pazar için yapabilecek bişe yoktu zaten. Borum ancak üst kata ötüyordu, o da tam ötüyor denilemezdi. Pazartesi günü tekrardan sesler yükseldi; lakin bu sefer atlılar yerini inşaat işçilerine bırakmıştı. Matkap beynimi deliyordu adeta. Kulaklığın engelleyemediği bir matkaptan bahsediyorum size. Öfkem geri geliyordu, bunu içimde hissediyordum. Kulaklığı çıkarıp hoparlörü bağladım bilgisayara ve 1/10 olan bass'ı 10/10 yaparak sesi de sona vurdum. Gümbür gümbür müzik dinliyordum. Matkabı bir adım geçmiştim. Böylece onlara da ceza verdiğimi düşünüyordum. Üst kattakiler, alt kattakiler ve yan daireye işkence çektiriyordum. Şeytan gibi "hahahah" gülüyordum. Şarkı üstüne şarkı açtım. Saatler geçti matkap bitmedi, benim içimdeki müzik aşkı bitti. Kapattım müziği, üst kata çıkıp zili çaldım. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Sadece gidip zile basmıştım. Zaten zili de duymuyorlardı. Kapıyı yumrukladım. Tam dönüp gidecekken kapı açıldı. Açıldı ve... Bilmiyorum nasıl anlatsam. Hiç kapanmasa hayatımı orada ona bakarak geçirebilirim gibi geldi. Elinde bir çekiç, bahçıvan kot, üstünde askılı, yeşil gözlü, saçları at kuyruğu, dudakları çilek gibi bir kız. Vücudumun hata verdiğini düşündüm. Nereye geldim ben, dedim. "Evet ne vardı?" der gibi suratıma baktı. Ben de "yok yok hiçbişe yok ben yokum kimse yok" der gibi ona karşılık verdim. İçeride Satisfaction klibimi mi çekiliyordu acaba? Ama onlar dönmeydi, bu kız ise bir melekti. "Ben uzun süre inşaatlarda çalıştım, yardıma ihtiyacınız varsa söyleyebilirsiniz, komşuyuz sonuçta" dedim. Ne dedim? Bunları ben mi dedim? Neyse ki kız da inanmadı söylediklerime. Çok teşekkür ederiz ama hallediyoruz, dedi. Tamam.. Ben gideyim o zaman..

Bir hafta sürdü ses. Ben ise her fırsatını bulduğum zamanda yukarı çıkıp tatlı mı tatlı komşumla muhabbet ettim. Kızın, canavarın ablası olduğunu öğrendim. Her şey çok güzel gidiyordu. Canavarla da abi-kardeş gibi olmuştuk. Hatta bir gün ablası gelip canavarın bir kaç saat bende kalmasını bile rica etmişti. Seve seve, demiştim. Birkaç saat sonra ablası karşımda bir adamla el ele bana gülümserken aslında "seve seve" olmadığını anladım. Bütün sevgim, hayranlığım, at kuyruğu 4. kattan aşağı atlamıştı. Teşekkür ederiz, demişti kardeşini alıp evlerine giderken. Ben ise bir şey demeden kapıyı kapatmıştım. Zabıtayı aradım, şikayette bulundum. Şikayetiniz nedir diye sordu. Hislerimle oynadılar memur bey, dedim. Telefonu kapattım. Kulaklığımı taktım. Enter Sandman açtım.