18 Ekim 2014

Sen

Sen. Bilgisayarın başında oturan ve bu yazıyı okuyan sen. Evet sen! Şu zamana kadar yılmadan ve usanmadan senin için yazdım yazılırımı. O gözlerin neler gördü. Hayatıma dahil oldun çok kısa aralıklarla. Beni tükettin ve gittin. İnanmadın bana. Benle dalga geçtin. Dahası bana burun kıvırdın. Bal mumundan yapılan bir heykel kadar gerçekliğine inandığın olaylar da gördü gözlerin. Sonuç olarak hepsi bendim ve sen oradaydın. Benim kafamın içinde, hücrelerimde, parmaklarımın ucunda. Belki benim yan odamda, belki benden kilometrelerce uzakta. Yazın düşen yağmurun serinliğinde, kışın suratına vuran güneşin sıcaklığında, hep ben vardım yanında. Seni aradı gözlerim, sesini duydu kulaklarım ve nefesini hissettim ensemde. Senin varlığın güç verdi bana. Yaşamaya teşvik etti. Çünkü biliyordum ki sen olmazsan, ben de var olamazdım. Bu yüzden devam ettim göz kapaklarımı istemli açıp kapatmaya, ciğerlerimi oksijenle doldurmaya, ayaklarımı bir adım daha ileri atmaya ve boğazımdan lokmaların geçmesini bekledim birer birer.
Seni o demirliklerin arasında kaybetmiştim en son, hatırlıyor musun? İki elimi parmaklıklara dolayıp “çıkarın beni buradan!” diye haykırmıştım. Sesimi kimse duymamıştı. Sen de çoktan uzaklara gitmiştin. Oturup kabullenmiştim. Gökyüzünden bir yıldız kaymıştı. En azından bana göre bir yıldızdı. Sönük bir yıldız. Rengi siyahtı. Benim gökyüzüm ise kızıldı. Her zaman kan ağlardı. Yola düşen yıldızı kaldırıp eve götürmem ise benim kaderimdi. Kaderime boyun eğişim benim için zor olmuştu. Dokuz canınından biri benimdi. Kara kedi her yerimi çizmişti. Sırtım kanıyordu ve ben gülüyordum. İnsanların bana garip garip baktığını hatırlıyorum. Sanırım istemsiz ve sebepsiz gülüşlerimdi nedeni. Gülmemeye başladım ben de. Duraklama devrini, soğuma aşamasını, hafta sonu tatilini yaşıyordu bedenim ve şarkılar bana eşlik ediyordu. Ayağım kayıp yere düştüğümde anladım, sen oradaydın. Kalçam kırılmış, eklemlerim ayrılmıştı; fakat önemli olan: sen oradaydın işte! Bu yüzden düştüğüm için ağlamadım. Kalkıp devam ettim yürümeye. Kıpkızıl bir gök, sapsarı bir güneş, masmavi bir deniz ve yemyeşil bir orman gibiydin.. Hayatım benim buradaydı işte ve sen de bunların tam ortasındaydın.

Bir silah sesi duydum, pencereye koştum. Yerdeydin. Kanlar içinde yatıyordun. "Kalk" diye bağırdım. Daha çok genciz ve hayat henüz başladı.

7 Ekim 2014

Ne için yaşamak?

Tamı tamına 11 saat 59 dakika sonra teslim edilmesi gereken 244 sayfalık romanımın 138. sayfasındaydım ve kapının zili çaldı.. Zilin çalması, romanımı yazmamı bölmedi; lakin 3 saattir masa başında bilgisayarın beyaz ekranına boş boş bakıyordum. Zil beni ürpertti, yerimden sıçradığımı belirtmeden edemeyeceğim. Saat 20:03, günlerden Salı, zili çalan Kemal Efendi. Günümüzde bu unvanın kullanıldığı tek mesleğe sahip kendisi. Çöp var mıydı, diye sordu Kemal Efendi. Çöp yok, dedim. O halde ne var, diye espri yaptı bana. Kendisinden beklenmedik şekilde güzel bir espriydi. "Ne mi var? Ben varım, yeterli mi Kemal Efendi?" diye azıcık sert çıkıştım. Cevap beklemeden bir soru daha sordum: "Peki sen niye varsın Kemal Efendi? Var olma nedenin nedir?". Biraz durdu, düşündü. Çocukları büyütüyorum, dedi. Güzel bir cevaptı. Bana da aynı soruyu sorsa diye bekliyordum; ama sormuyordu. "Neyse, o zaman..." diye başladığı cümleyi ağzına geri soktum. "Bana sorarsan Kemal Efendi (ki sormuyordu), ben sadece yaşamak için yaşıyorum." dedim. Ne derin bir cümle kurmuştum ama öyle değil mi? Kemal Efendi'nin gözleri biraz büyüdü. Güya entelektüel tavırlarımla, bilmiş bakışlarımla, üniversitede geçirdiğim 5 sene ile (son sene çalışmayıp eğitimin uzaması sorunsalı) onu ezmeye çalışıyordum. "Boşuna yaşıyormuşsunuz o zaman" dedi. Haklıydı. Mesela son 3 saatimi boşuna yaşamıştım. "Çöp yok dedik ya daha ne bekliyorsun?" diye kızdım. Bozulduğumu anladı ve arkasını dönüp gitti.
Kendimi masamın başına attım. Biraz sert atmışım, kolum masanın kenarına çarptı ve o müthiş elektrik çarpılması hissi bütün vücuduma yayıldı. "ALLAH KAHRETSİN!" diye bağırdım. Süregelen zamanda kendimi küfür etmekten alıkoyamıyordum. Küfürler peşi sıra dökülüyordu ağzımdan. Durduk yerde olan olaylardan nefret ettiğimi belirtmemde fayda var. Durduk yerde masaya küçük ayak parmağınızı vurup şişirmeniz; kombinin, internetin, sifonun, ütünün bozulması; arkadaşınıza göstermek istediğiniz fotoğrafın bir türlü yüklenmemesi; her zaman aynı yerde duran şapkanızın orada olmaması; eve gelip duş almak için çeşmeyi açtığınızda, suların kesik olduğunu anlamanız ve bu durumun çıplak bir halde küvetin içinde anlamsızca gerçekleşmesi, işte bütün bunlar benim canımı sıkan şeylerdi. Hayata lanet okuduğum ve beni bu evrenden uzaklaştıran şeyler. Ve bir de Kemal işte.. Hayatıma tek dahil olan kişi. O da çöpüm olduğu kadar.

Biraz sakinleştikten sonra yazıma dönebildim. Dönüşüm muhteşem olamamıştı; lakin 8 dakikadır, 3 saatlik sürede yaptığım şeyi yapıyordum. Boş boş oturuyordum. Bir an hikayeme Kemal'i eklemeyi düşündüm. Romana heyecan gelebilirdi. Gerçek Kemal'i yazamazdım; zira kendisini çöp seanslarımızdan öte tanımıyordum. Kafamdaki Kemal'i yazmam daha doğru olacaktı. Ama kafamda nasıl bir Kemal vardı? Uyuz, gıcık, pişkin, cahil, aile babası, dürüst, kılıbık, suratsız, köylü.. Kendisinden nefret ediyor olduğumu, kendisini romanıma dahil etme fikrimle anlamıştım. Bu sancılı bir süreçti. Kemal'i yakından tanımak istemiyordum. Romanımın bitmesi Kemal'e mi kalmıştı?

Dakikalar ilerliyordu; ama roman ilerlemiyordu. Çıkmaz sokağın tam tanımı karşımda duruyordu. Gururumu kırıp üstümü değiştirdim, kapıcı dairesine indim. Zili çaldım. Kemal kapıyı açtı ve "Çöp yok, iyi akşamlar" dedi... Kapıyı suratıma kapattı. Suratıma çarpan kapının rüzgarıyla gözlerimi kapattım. Kafamda romanımı bitiriyordum. O kapanan kapının arasında Kemal'in kafası vardı. Bu sefer katil, uşak değildi. Yazarın ta kendisiydi.