31 Temmuz 2011

Fikir Taneciklerim #5

- Estetik yalanlar:

Abi spora başladım, dövme yaptıracam da önce vücut yapıyım dedim.

Ya olmuşsun 200 kilo, adımını atınca küçük çaplı deprem yaşıyoruz resmen. Ondan sonra sen gel dövme için vücut yap.

Nefes almakta zorluk çekiyordum. Burnumdaki eti aldırırken burnumu da yaptırıyım dedim. Nasıl olmuş?

Zaten önceden hokka gibi burnun vardı, ben bir fark göremedim. Aynı güzellikte duruyor bence. Ayırt etmekte zorluk çekiyorum resmen, hı hı.





- Türkiye genelinde insanlar dili dışarıda yürümeye başladı artık. Bütün sosyal ağ ortamlarında "çok sıcak" gibi yazılar türedi, sanki biz bunun farkında değilmişiz gibi. Akşam olmadan dışarı çıkmıyorum ben de söylenilenlere uyarak. O kadar yazmış kız telefonundan girip, ama ona karşı geldim bir seferinde. Öğlen sıcağında attım kendimi dışarı. Çıkmadan önce isterseniz 2 lt su için, 15 dakikada falan ter olarak atıyorsunuz zaten. Neyse, haliyle bünye su istedi, ben ise su beğenemedim. Takıntım var, mesela hayatta Sağlık suyu içmem. Berbat bir tadı var. Bana Erikli olacak, en dadlısı o. Büfe büfe gezdim resmen Erikli bulabilmek için. Zaten yaklaşırken büfeye bakarım hangi suyu satıyorlar diye. Erikliyse dalarım direk. Ha dışardan belli olmuyor mu? Girin büfeye, başka su çıkarsa "ya bu soğuk değilmiş" diyip çıkabilirsiniz.

- Amma apaçi var bu memlekette. Otobüse, dolmuşa binince kesin birinin telefonundan apaçi müziği fırlıyor. O nasıl bir ritimdir ki 9 8lik toplum içine çıkamaz oldu. Müziği duyunca dayanamıyor insan, dıp ta dıp ta diye oynayası geliyor. Ne ara bu kadar ünlü oldu, benimsendi hatırlamıyorum. Youtube'da bi tane video var, bi eleman apaçi dansı yapıyor. Meşrutiyetteki üst geçitte çekmişler. Ondan daha iyi oynayanını görmedim valla. İkinci olarak da havuç güzel oynuyor. Bu dans aslında dans edemeyenler için çok ideal. İki figür öğren, aynı şeyleri yap dur. Aman be ne apaçiymiş!

- Hep rüya gören, ama ne anlama geldiğini merak etmeyen bir insanım. Geçen gece iki rüya gördüm, gayet de net hatırlıyorum, açıp da bakmıyorum anlamı nedir diye. Bazı insanlar çok önem verir rüyalara. Bir de bu konuda iki tip insan oluyor. İlki rüyası olduğu gibi çıkan insan. Mesela rüyasında ölüm görür üç buçuk atarak dolaşır bütün gün. İkincisi de rüyasının tersi çıkan insan. Bu insan da pis şeyler, ölüm falan görünce hayattan keyif almaya başlar. Hay ben sizin tersinizi düzünüzü be! Bilinç üretiyor, sen de kafana göre yorumluyorsun gördüklerini. Fare görmenin neyi güzel mesela? Kilo kilo bok gör, para çıkacakmış. Yalnız bir yerden küçük de olsa para çıkar ya, rüyanın üzerinden aylar geçmiş de olsa o rüyaya yorulur ya bu durum, işte o anda bitkisel hayata geçiyorum.

- Sosyal ağda başarının sırrı gizliliktir.

-Aşağıda gördüğünüz benim dipnotta yayınlanan şarkı listem. İlk göz ağrım olduğu için paylaşıyorum. Şarkı listesine buradan ulaşabilirsiniz


29 Temmuz 2011

Bulantım

Saat 11 civarı uyandı. Etraf çok güzel kokuyordu, temizlikçi kadın bugün erken mesai yapmıştı anlaşılan. Kocaman penceresinden güneş süzülüyordu yatağa. Sıcaklık ve ferah bir kokunun yarattığı mutluluğu içinde hissediyordu. Gözlerini ovuşturarak doğruldu. Saçı başı dağılmıştı her zamanki gibi. Nefret ediyordu saçlarından. Hep uzun saçın hayalini kurmuştu, ama uzatamıyordu. Karısı izin vermiyordu. Acaba saçlarımı kısa kullanıcam dese karısına, bu sefer de saçlarını uzat diye tutturur muydu, diye içinden geçirdi. Kadınlar...

Yatağı toplamadan mutfağa gitti. Dünden kalan portakal suyunu çıkarttı buzdolabından, kafaya dikti. Evde onu azarlayacak biri yoktu, rahatlıkla içti. Gözlerindeki çapakları aynaya bakarak çıkarttı ve vücudunun çeşitli yerlerinde yoğurarak yok etti. Vücudun çapaklara ihtiyacı var . Televizyonun karşısına oturdu, dünden kalan filmini açtı dvd oynatıcıdan, sanki 5 dakikalık ihtiyaç molası vermiş edası vardı. Yaklaşık yarım saati kalmıştı filmin, bir hayli sıkıcıydı film ama yapacak başka bir şeyi yoktu evde. Gözleri yarı açık izledi filmi. Filmin bitimiyle çıkan yazıları görünce zafer kazanmış asker gibi sevindi. Sehpanın üstündeki dünden kalan gazeteyi aldı eline, okumaya başladı. Bu evde çoğu şey dünden kalmaydı.

Telefon çaldı, arayan karısıydı.

-Geç mi gelceksin?

-Evet, toplantım uzadı.

-Anladım.

-Merak etme, çok geç kalmam hayatım.

-Peki

Hemen gazeteyi bir köşeye fırlattı. Bugün onun günüydü. Üzerine bir şeyler geçirdi, dışarı fırladı. Hava çok güzeldi. Her zaman takıldığı cafeye doğru yol aldı, arkadaşları ordadır diye umuyordu. İçeri girdiğinde kimseyi göremedi. Saat çoktan 1'i geçmişti. Arkadaşları da başka yerde olamazdı. Bir kahve söyledi, saatlerce tek başına oturdu. Gelen geçene baktı. Yan masadaki insanların hayatına dahil oldu. Onların dertlerini dinleyerek kendi dertlerinden uzaklaştı. Akşam olmuştu, ama hala eve gitmek istemiyordu. Saat 10 civarı arkadaşı aradı, gıcıklık olsun diye eve gideceğini söyledi. Apar topar kalktı masadan, cafeden çıktı. Durağa geldiğinde kimseleri göremedi. Bugün çok yalnızdı.

Biraz bekledi otobüsün gelmesini, ama görünürde ne insan ne de otobüs vardı. Yürümeye karar verdi. Cebinde üç kuruş para yoktu, kafasını duvarlara vuruyor, bir yandan da eve geç kalmamak için hızlı hızlı yürüyordu. Gömleğinin vücuduna yapıştığını hissetti. Sırılsıklam olmuştu. Terler akıyordu her yerinden. Adımlarını daha da hızlandırmak zorundaydı. Birden önünde bir adam belirdi. Çöpleri karıştırıyordu. Yanından geçerken kokusunu içine çekti. Çöpleri mi kokladı yoksa adamı mı karar veremedi. Bir fark yoktu aralarında. Kendi kokusunu düşündü o anda. Kaldırım boyunca gelen insanları gördükçe sokağın karşı tarafına geçti. Kokusundan utanıyordu.

Eve vardığında karısı onu kapıda karşıladı. Karısı , onun yüzüne baktı sadece.. Ne yaptığını, nerede olduğunu sormadı bile. Odanın içine yayılan kokudan rahatsızlık duymuştu. Arkasını dönüp yatak odasına gitti. Kadınların konuşmasına gerek yoktur.

Yarım kalan gazetesi attığı yerde duruyordu hala. Odaya bile girmeye cesareti yoktu. Evden çıkıp az önce gördüğü çöpçüyü aramaya çıktı. Yarım kalan koşusuna devam etti.

27 Temmuz 2011

Yalan dostum aşk diye bir şey yok

Sıcak yaz aylarını öğlen televizyon izleyerek, akşama doğru spora giderek, gece de film izleyerek ya da yazı yazarak geçiriyorum. Hiç bu kadar uzun süre televizyon izlememiştim ben. Hafta sonları açar okanı izlerdim, bi ara haberlere bakardım. Bundan öteye geçmezdi televizyon maceram. Birkaç gündür izdivaç programlarına bakıyorum, aklım almıyor. Ben o hep belgesel, jazz takılan insanlardan değilim; ama böylesine oturup izdivaç programlarını baştan sonra izlemişliğim yoktu. Herkesin ağzında olan bir şey var , o da “yalan söylemesin, dürüst olsun”. Bir kişi özellikle kalkıp söyledi “ben yalandan hiç hoşlanmam”. Şimdi güya kriter bu di mi? Benim eşim bana yalan söylemesin, dürüst olsun, sabırlı olsun, sadık olsun falan filan.. Ben yalana bayılıyorum mesela. İlk olarak sorarım, eğer yalan söylüyorsa ilişkiye devam ederim. O yetiden uzaksa bana gelmesin kardeşim!

Bunları geçelim, gençliğe dönelim. Gençlerin tek derdi ne? Seks. 20 küsur yaşında iki gencin bir birlikteliğinde başka beklenti ne olabilir? Her şeyden önce geliyor bu haz. Söylemekten bile utanıyoruz. Tamam çok anlayışlı, sabırlı, dürüst olabilirsin, ama cinsel bir birliktelikteğiniz yoksa, o ilişki biter. Mesela kızın yeni bir sevgilisi vardır. Gider en yakın arkadaşına söyler. Arkadaşı çok heyecanlanır. İlk sorduğu soru : Nasıl öpüşüyor? Önemli olan bu işte. Belki o cevaptan sonra yaptığı muhteşem romantik jestleri sorar, bilemicem. Seks, duyulan en büyük haz, mutluluk değil mi? Bunu bir de sevdiğin insanla yapınca o mutluluğu 100le çarpsan az kalır(1000le çarpak? düz mantık). Gençlik zamanımızdaki ilk ölçek seks bu yüzden. Nasıl seviştiğimiz, öpüştüğümüz, verdiğimiz haz. Bunları elde ettikten sonra devamı gelir. Dürüstlük, sadakat falan adını siz koyun işte.

Halbuki dürüstlük ya da sadakat, hiçbiri “para” etmiyor..

Yaşlanınca da tek dert para oluyor. İnsan rahat rahat yaşamak istiyor, bunda bir sorun yok. İlk olarak öğrenilmek istenen : maaş ne kadar, araba var mı, ev var mı. Bunlar varsa yalan söyler misin, içki sigara kullanıyor musun vs. Gençlikte ilk merak edilen duyulacak haz iken yaşlanınca bunun yerini para alıyor.

Yaptıklarımız ne kadar komik aslında. Önce hoşlanıyoruz ve sevişiyoruz. Ondan sonra bakıyoruz ki karşımızdaki bize uygun değil. Sürekli yalan söylüyor, başka adamlara bakıyor. Belki bugün yanından geçen ve senin yüzüne bile bakmadığın çirkin kız senin için ideal biri. Yaşamak istediğin o hayatı seninle geçirebilecek biri, fakat çirkin olduğu için bakmıyorsun bile. Ruhlar aleminde yaşamıyoruz öyle değil mi?

Ne terler döküyoruz kendimizi beğendirmek için. Her hareketimize dikkat ediyoruz.. Hobilerimiz sorulduğunda ilk sırayı kitap okumak çekiyor. Sosyal ortamlarda özlü sözler paylaşıyoruz. İşte ben böyle düşünüyorum aslında, bu kadar ince düşünen bir insanım. Ben süper biriyim de farkedemiyorsunuz. Süper ego. Sen o konuştuğum adam değil miydin lan? Sen hıyarın tekiydin, ne bu tavırlar? Belki birkaç kız düşer di mi? Tabi sen de haklısın abicim. Hepimiz aynı amaca hizmet ediyoruz.

Çoğu kişi de karşısındakine güven duymak istiyor. Bu güven konusu çok önemli. Kan bağı olmayan iki kişinin birbirine güvenmesi okanın deyimiyle “harikulade” bir olay. Peki bu güven nasıl oluşuyor? Yahu ben daha kendime güvenmiyorum, sen bana nasıl güveniyorsun?

“Hiç kimseye güvenmiyorum” diye bir şey yoktur. “Zamanında o'na güvendiğim için, artık kimseye güvenmiyorum” vardır.  Nazım Hikmet

Ustaya hak veriyorum. Aslında bu sadece güven için değil her türlü duygu için geçerli. Hayatta bir kişiye gerçekten aşık oluyoruz, ondan sonrakilere de aşık olduğumuzu sanıyoruz. Belki bu son tanıştığın kişiyle bir ömür geçireceksin, ama "belki"den öteye geçemiyor. Neden? Çünkü zamanında o'na fazlasıyla aşık olduğun için artık kimseye aşık olamıyorsun ya da olsan da korkuyorsun. İçindeki sevginin hepsini vermek istemiyorsun. Biliyorsun ki seni bırakırsa hayatın biter, kendine gelemezsin. Aynen o'ndan sonra yaşadıkların gibi odana kapanır, kafayı yersin. Bu korkular mutluluğumuzu engelliyor. Kıyaslamalar mutluluğumuzu engelliyor.

Ben çok değişkenim, hayattan isteklerim farklılık gösterebiliyor gün içinde; fakat genelde aynı paydaya dönüyorum: Sadece bencilce yaşamak

22 Temmuz 2011

Fikir Taneciklerim #4

- İnsanı düşünmeye iten tuvalet kapıları var, halbuki ben oraya rahatlamak için gidiyorum. Kafamda ise az önce masada yaşadıklarımla ilgili düşüncelerim var. Başka bir şey düşünmek istemiyorum ; fakat bu kapılar mecbur bırakıyor insanı. Normalde gösterilse bu simgeler ''hangisi bay hangisi bayan için?'' diye sorulsa, şakkadanak söylenir, çok zor değil. Bunu kapının üzerinde görünce ve herhangi bir pembe, mavi ışık ayrımı yapılmayınca insan ister istemez durup düşünüyor. Şöyle bakalım olaya (amma abarttım di mi). ''canım ben hemen geliyorum, lavaboya gitmem lazım.'' Tamam belli ki el yıkanacak, yoksa koskoca tuvaleti bana lavabo diye kibarlaştırma. Kalktınız gidiyorsunuz, o iki kapı ayrımına geldiniz.. Hönkk!!! İki simge var. ''hangisi erkekti ya'' diye kaldınız. Bu sadece o an yaşadığınız şok yüzünden. Canlı yayına ilk defa çıkan spiker gibi kalırsınız işte orada. Birkaç saniye sonra doğru yolu bulursunuz ; ama kapıyı açarken de bir pisuvar sizi rahatlatmaya yeter. Gerek var mı şimdi böyle bir şeye sayın cafe, bar sahipleri? Bu simgeleri herkes bilmeli mi? Kim bilir kaç kişi yanlış tarafa girmiştir ya. Rahatlayacam diye düşünürken strese sokuyorsun insanı. Beni soracak olursanız; bir ayakkabı, pipo, erkek kafası gibi şeyler beklediğim yerde simgeyi görünce duraksadım, görsel hafızamı kullanarak doğru kapıyı araladım.. Yalnız o pisuvarı görmek yine de insanı rahatlatıyor, tekrarlıyım..

- Bazen ikinci ismim olduğu için seviniyorum. Her ne kadar Burak ismi farklı bir insan gibi gelse de bana, kullandığım zamanlar oldu. Sokakta Burak deseler dönüp bakmam, o ayrı bir karakter diye oturmuş kafama. 2 sene önce yazın otelde çalışmaya gittim, Janset diye tanıttım kendimi. ''Ne? Hı?'' falan dedi f&b müdürü. Tekrarlamadım sonra, ''Burak ismim, Burak'' dedim. Yaka kartıma da Burak yazıldı. Otelde de benden başka 2 kişi daha varmış ismi Burak olan, öyle adaş adaş dolaştık. Çok yakın olduğum, aynı odada kaldığım insanlara ismimi söyledim. ''Hayır c ile değil j ile'' diye özellikle belirttim. Hayatımda ilk defa Burak ismimi kullanmış oldum böylece. Artık zorluk yaşamıyım diye kullanıyorum ikinci ismimi. İnternet üzerinden alışveriş yaptığım için, sürekli kargo geliyor, ismimi sorunca Burak diyorum. Fatura için isim isterlerse Burak diyorum. Çok rahatmış gerçekten. Bunu ismimi sevmediğimden değil, insanların anlamamasından dolayı yapıyorum. Bir de isminin anlamı ne diye soruyor ya Ozan Güven gibi olasım geliyor. '' Sen kimsin lan!! Kimsin lan sen!! 16 yaşında bir adamsın'' İsteyenler buradan ulaşabilir videoya.. +18 !!

- Geçenlerde ilk defa gerçek anlamında nadasa bırakmak cümlesini kurduk. Bir bahçemiz var, bir bölümü sebze ekmek için ayrıldı. Geçen sene oraya bir şey ekilmediği için toprak dinlendi tabi, nadasa bırakılmış oldu. Coğrafya kitaplarında görünce ''O ne lan?!'' diye yorumladığımız şeyi, şu an gerçek hayatta kullanıyor olmak garip geldi. Bazı şeylere gereksiz şaşırdığım oluyor, evet..

- Inception muhabbeti açmıcam burada, ama uykuya daldığınızı düşündünüz mü hiç? Yorgun geçen bir günün ardından kafanızı yastığa koyuyorsunuz ve birkaç dakika içinde ruhunuz vücudunuzdan çekilmeye başlıyor. Hissizleşiyorsunuz, ayak parmaklarınız sanki sizin değil. ''Uyuyorum sanırım, evet uyumak üzereyim'' diye düşünüyorsunuz. Şimdi uyuyacak ve yaklaşık 7-8 saat dünyada olmadığınızı hissedeceksiniz. Bu düşünce ve farkındalık hoşuma gidiyor.

20 Temmuz 2011

Sadece bencilce yaşamak

Eşit sevgi her yerde
Sahtelik diz boyu
Nefret içimizde büyüyor
Eritiyor bizi, bizi bitiriyor


Herkese gösterilen eşit sevgi var dünyada. Ne kadar sahte bir duygu! Kendimi o duygudan uzak tutmaya çalışıyorum ruhuma yön vermemesi için. Beni ele geçirmeye çalışıyor, nefretim ise içimi eritiyor. Kendimi durduramıyorum. Yapaylık var bu evrende. Bizi yönetenler var. Hepsi çok yakınımızdalar. Etrafınıza bakın biraz. Tebessümün temizliği artık yok, çünkü onu da tükettik. Biz birbirimizi gerçekten sevmedik. Hiçbir zaman sevmedik. Öyle olduğunu sandık sadece. Hayatımızın gerekliliği koşturmak değil, düşünmek. Zamanımı bitirdiniz, beni tükettiniz siz. Hep inandım, güvendim. Hislerimi yok ettiniz. Artık hiçbir şey hissetmiyorum. Mutlu musunuz? Beni yalnız bırakın. Umursamaz halimi özledim. Bir şeye önem vermek istemiyorum. Bencilce yaşamak istiyorum.

Sadece bencilce yaşamak istiyorum..


18 Temmuz 2011

Animasyon

Animasyon sevdiğim bir film türü, fakat gereken ilgiyi görmediğini düşünüyorum. Sesin can verdiği çizgileri izlemek hoşuma gidiyor. Benim zamanımda animasyon sadece çocuklara hitap ediyordu. Birçoğuna göre hala öyle. Bu düşünceyi değiştirmek zor, çünkü ön yargıyla yaklaşılıyor animasyon filmlere.

Ön yargıları yıkmak atomu parçalamaktan daha zordur. Albert Einstein



Sinemada izlediğim ilk film Aslan Kral ile giriş yapıyım. Animasyon serüvenim onla başladı. Film 1994 yapımı ve birçok ödül aldı, rekorlar kırdı. Benim gibi yüzlerce çocuk bir salona tıkıştı ve soluklarını tutarak izledi bu filmi. Hele ki bizim yavrucağın babası öldü, işte orada gözyaşları sular seller oldu, hepimiz üzüldük. Off ne üzülmüştüm ya gerçekten, gözümün önüne geldi sahne. Neyse.. Uzun süre bu film adından söz ettirdi. 


Daha sonrasında Kayıp Balık Nemo çıktı. Aslanlara olan sempatimiz, balıklara kaydı. 


Oyuncak Hikayesi çıktı. Oyuncaklarımızı bir farklı görmeye başladık. 

Shrek çıktı ve ııııı onda noldu bilmiyorum, güldük sadece galiba :)

Bu film örnekleri bana aynı tip geldiği için verdim, çıkış tarihlerini araştırmadım. Bu tip animasyonlar hep çocuklara hitap etti. Tabi ki şu an açıp Oyuncak Hikayesini seyredebiliriz, hatta devam filmleri geldi, ama çocukken izlediğimiz gibi olmaz. Algının ve düşüncelerin değişmesiyle eskisi gibi zevk alamayız.


Bu animasyon filmlerinin daha yakın tarihlilerine, bir seviye üstüne çıkalım, mesela Buz Devri. Var mı sevmeyen? Üç filmini de çok keyif alarak izledim. Peki ya Wall-e? O üzgün suratına bakınca ağlayasım geliyor, mutlu olunca yüzümde güller açıyordu. O kadar iyi kalpli ve saftı ki bir bitkiyi bile incitemiyordu. Filmin içeriği ise hayalgücünü geliştiriyordu. Gelecekteki kavramlar üzerine kurulu bu film, çocuk aklının ötesinde bir şeydi. Bu duruma uygun olarak aklıma Persepolis geliyor. O da bir animasyon filmi, ama ''açıyım da bir bakıyım şu filme'' tavrıyla izlenmiyor. İzleyenler anlamıştır ne demek istediğimi. Bu düşünceme destek olarak bir de Karanlığı Taramak filmini örnek verebilirim. O da akıllı uslu oturup izlenmesi gereken filmlerdendir.

Tavırdan öte bu filmlerin teknikleri de çok farklıdır mesela. Klasik çizgi film tadından uzaktır ve tema ile çizgiler uyumludur. Sonuçta animasyon, çocuk filmi di mi? Değil işte. Uygulanan tekniklerin ötesinde benim en çok hoşuma giden noktalardan biri de seslendirme. Ayrı bir sempatim var zaten seslendirmeye.


Bir çizgiye ses vermek ayrı bir ustalık gerektiriyor. Jack Black , Dustin Hoffman, Angelina Jolie, Jackie Chan olmadan bir Kung Fu Panda çıkmazdı mesela. Karakterlerin de seslere uyması ve seslendirmecilerin de o ruha sahip olması çok önemli.

Artık filmler 3D olduğu sürece sinemalarda izleniyor, her türde olduğu gibi 3D seven seyirciyi çekmek için animasyonlar da bu furyaya katıldı. Bence gereksiz oldu. Animasyon 2D olsun benim olsun. İlk olarak Oyuncak Hikayesi 3D çıktı ve bu tekniğin her türlü meziyetleri kullanıldı. Hatırlıyorum da Harry Potter'ın 5. filmiydi sanırım, savaş sahnesinde yaklaşık 20-25 dakikalık bir bölüm 3D  idi sadece. Elimizde gözlükler, o anın gelmesini beklemiştik, heyecanla gözlüklerimizi takmıştık. Şimdi ise saatlerce 3D olarak Avatar'ı izliyoruz. Ben gözlükten kaçmaya çalışıyorum, teknoloji hala gözlük sunuyor bana.

Sonuç olarak bu kadar ustalık gerektiren bir film türünün genel olarak yetişkinler tarafından dışlanması acı verici. Daha acı veren nokta ise benim Ratotouille izleyip keyif almamın garip karşılanması. Nine izleyince benim ufkum açılıyorsa bende mi sorun var? 

Bu verdiğim film örnekleri sadece benim aklıma gelenler şimdilik. Yazımda farklı animasyon örnekleri vermeye çalıştım. Eğer birkaçına açıp bakarsanız fikirleriniz değişecektir. Denemeye değer. Yazdım değecek :)

17 Temmuz 2011

Fikir Taneciklerim #3

- İmla kurallarına uyanları bir başka severim, özellikle de/da ekini yazarken özen gösteren insanları. Yazılarımda farketmişsinizdir, noktalama işaretlerine ve kelimeleri doğru yazmaya özen gösteririm. TDK yanı başımdadır her zaman. Günlük hayatta konuşurken bunu beklemek belki saçma gelebilir ama yanlış yazımlar ya da tonlamalar yanlış anlaşılmaya yol açabilir. Bunların en kötüsü ise sevgilinin buna uymamasıdır. Çünkü size şöyle der : "Bende seni seviyorum." Bende? Peki..

- Taktığım ve direkt aklıma gelen iki kullanım var. İlki ÖSS sınavı, yani açılımı öğrenci seçme sınavı sınavı. Kısaltmanın içinde sınav var zaten, bir daha söylemeye gerek var mı? Bunu spikerler bile söylüyor. İkinci ise "Çok başım ağrıyor." başın çok ağrıyor olmasın? Kaç tane başın var senin?

Ben de hatalar yapıyorumdur konuşurken ya da yazarken, ama en azından düzeltmeye çalışıyorum.


- Beğen ya da yorum yap, benim için önemli olan bu. Peki önemli olan beğenilmek midir? Yaptığımız bir yorumu 5 kişi beğeniyor, diğerleri beğenmiyor mu? Bu beğenilmek insanı gereksiz bir tavra sokuyor bence, tavrın sürmesini sağlıyor. Halbuki farklı düşünceler sayesinde insan daha çok düşünmeye başlıyor.

Aynı çizgiden gitmek istikrar ve bağnazlık göstergesidir.

Bizim algılarımıza göre eleştiri olumsuzdur. Zaten kimsenin de eleştirilmeye tahammülü yok bu yüzden. Ben burada eleştirmek ve eleştirilmek için yazıyorum.

- Ünlü tiviti : < boğazda çay nargile keyfi < konser mükemmeldi herkese teşekkürler < günaydın herkese güzel bir gün diliyorum < ne gündü ama! < akşam cnntürkteyim < yeni yazım hakkında ne düşünüyorsunuz? < @hilalcebeciii her zaman sen çok güzelsin panpişim rt lütfen < düsseldorftan sevgiler < kankam @peynirkokusu ile sushi yiyorum < çok uykum var şimdi yatıyorum, yarın önümde yoğun bir gün var :) <

-Yazmak, insanı daha fazla okumaya ve araştırmaya iter.

14 Temmuz 2011

Korkularımız




Kapkaranlıktı, sadece birkaç sokak lambası önünü aydınlatıyordu. Nefesini tutarak yürüyordu. Arkasına dönüp bakacak kadar cesareti yoktu. Etraf çok sessizdi, gereğinden fazla sessiz. Onun adımlarından başka bir şey duymak mümkün değildi. Yavaş yavaş ilerledi lambalar eşliğinde, sokağın sonuna geldi. Burdan sonra ikiye ayrılıyordu sokak. Sol taraf daha ferahlatıcı görünüyordu. Uzaktan birkaç ev görebilmişti. Soldan gitmeyi tercih etti. Birileri sanki onu takip ediyordu. İçi içini yiyordu ama bir türlü arkasına bakamıyordu. Korkusu büyüdükçe adımları hızlandı. Karanlık bir türlü azalmıyordu. Uzaktan gördüğü evler görüş açısından çıkmıştı. Adeta bir bilinmeze doğru gidiyordu. Artık koşmaya başlamıştı. Nefes alış verişi hızlandı. Birden arkaya bakma hissi oluştu içinde. Yavaşladı, arkasını döndü. Kocaman bir Göz gördü, karanlıktan sıyrıldı yanına yaklaştı, koşmayı düşündü, beynine hükmedemedi. Olduğu yerde duruyordu ve göz ona yaklaşmaya devam ediyordu. Tam önünde durduğu sırada çığlık attı.

-İyi misin canım? Beni duyuyor musun? Geçti hepsi, geçti.. Bir kabustu sadece.. Bana bak! Gözlerime bak! Kabustu hepsi canım benim..

Sadece bir kabus.. Kalp ritmi normale dönmeye başladı. Kabustu. Kendine geldi, daha rahat nefes aldı. Sevgilisine sarıldı.. Çok korkmuştu, kabusundaki Göz hala aklındaydı. Başını sevgilisinin göğsüne yasladı. Ne kadar korksa da mutluydu. Sevgilisinin yanında kabus görmenin zevkini çıkardı. Bütün yükü ona attı, sakinleştirilmek istedi, ilgi istedi ondan ve istediği de oldu. Ne kadar mutluydu onun yanında. Daha da sokuldu ona. Gözlerini kapattı; ama hala kabusun etkisi geçmemişti, aynı atmosferde buldu kendini. Bir süre daha uyumaya uğraştı ama uyuyamadı, sevgilisi ise çoktan uyumuştu.

Yataktan kalktı hafifçe, sevgilisi hala uyuyordu. Demek yanından kalkıp gitsem ruhu bile duymayacak, diye geçirdi içinden. Yandaki koltuğa oturdu. Masadaki suyu aldı, neredeyse bardakta hiç su yoktu. Oysa içi yanıyordu. Sevgilisine baktı, bir su bile getirmedi, diye söylendi. Oysa sevgilisi bebekler gibi uyuyordu. Ayağa kalktı hafifçe, kapıya doğru ilerledi. Mutfağa gitmek için uzunca bir koridoru geçmeliydi. Her yer karanlıktı. Sevgilisi uyanmasın diye odanın ışıklarını açamadı, koridordaki ışığı açmak için ise 2 adım atma cesaretini göstermek zorundaydı. Tüyleri diken diken oldu, koltuğa geri döndü ve oturdu. Şu zamana kadar neler neler izlemişti, okumuştu ; ama hiç bu kadar korkmamıştı, o ruh haline girmemişti. Şimdi ise dizleri titriyordu koltukta otururken. Yatağa geri döndü. Koridorda onu bekleyen Göz'e yenik düşmüştü. Uyuyamamaya devam etti, içi yandıkça sevgilisine sarıldı. Susuzluğunu gidermedi ama aşkını dindirdi.

Korkularımız, biz var ettikçe hayatımızdalar.

12 Temmuz 2011

Fikir Taneciklerim #2

-Yaz tatili başlıyor. Okulda son gün, arkadaşlarınla vedalaşıyorsun ve tatile kucak açıyorsun. Kafanda güzel bir tatil planı var, sabırsızlıkla bekliyorsun. Gideceğin yerin isminin önüne @ koyup sosyal ortamlarda nispet yapıyorsun, ''baaaak ben buraya gidiyorum, nağber?'' der gibi ve bavulu toplayıp yola çıkıyorsun, internetten uzaksın.( ne smartphone ne laptop.. hiçbişe yok, tamam telefonunda wap bile yok, o derece mağara adamı) O süreyi bir kır evinde dinlenerek ya da deniz kenarında keyif sürerek geçirmek istiyorsun, fakat içten içe sosyal ortamlarda neler oluyor diye merak ediyorsun. Neyse çaktırmıyorsun, keyif sürmeye devam ediyorsun. 1 hafta geçiyor, 2 hafta geçiyor, hafiften titremeler başlıyor ellerde, sosyal ağ beynine nüfus ediyor, karşı gelmeye çalışıyorsun, bir kitap alıp okumaya çalışıyorsun ama bir faydası yok.. Kabus gibi geçiyor günler, ama en sonunda tatil bitiyor, bavulunu toplayıp eve dönüyorsun. Odana girince bilgisayarın adeta sana gülümsüyor, sen üstünü çıkarırken hayatımızda çok büyük yere sahip olan ''loading'' işlemi sürüyor. Açılır açılmaz facebook'a giriyorsun, hiçbir bildirim yok, maillere bakıyorsun ıvır zıvır dışında kayda değer bir şey yok. Twitter'da tek bir mention gelmemiş, 2 haftalık tweetler dağ gibi olmuş, hepsini okumanın imkanı yok. O anda kafayı vuruyorsun işte klavyeye. Bir sosyal ağ manyağının hüzünlü sonu..



-Sokakta görüyorum, french kiss'e yeni boyutlar yükleyebilen çiftler var. öpüşmeyin demiyorum ama deneme çalışmalarını evde yapın, başarılı olduysanız kamuya açılın.

-Duyduğum kadarıyla genel toplum görüşü: Evlilik hoş da sözlenmek pek bir saçma. ''Bak söz ver evleneceğimize, sana inanmıyorum Hüseyin, bir yüzük takalım da güvence sağlayalım'' gibi bir tribe sokuyor sanırım. Halbuki evlenmek, o imzayı atmak, birlikte yaşamak ne kadar güzel değil mi? Değil.

-Evlenebilir profili var insanlarda, bakıp ''ya bu çocuk evlenir'' deniyor, etrafına öyle bir aura yayıyor belli ki yoksa nerden anlasın? Bir kişiyi deli gibi sevmek evlenmek için bir adım mıdır? Bende yok mesela bu profil, hiç evlenecek, çocuk çoluk sahibi olacak gibi durmuyorum. Garip bir durum var ki o da evlenmem diye düşünen insan ilk evlenen oluyor.

-Bir de sürpriz evlenme teklifleri var, o da erkeklerin başını yakıyor çok. İlla enteresan bir şey bulman lazım, yoksa o evlilik sürmez benden söylemesi.

-Günümüzde suç işleme ayrı bir boyutta artık. Her yerde sosyal suçluları görebilirsiniz. Önceden hacker haberleri oldu mu direk açar okurdum, nasıl milyon dolarları kendi hesabına geçirmiş, nasıl o şifreleri kırmış, bilmem ne bankasını, bilmem ne sitesini çökertmiş diye acayip haberler vardı. Şimdi de çıkıyor ama benim gündemimde değil artık. Benim dikkatimi daha çok güya fikir özgürlüğümüzü sağlayan sitelerdeki suçlular çekiyor. Mesela Melih Gökçek'e geçenlerde bir şey yazacaktım, üslup ayarı yapamadım, baktım olmuyor, fabrika ayarlarıma geri dönüş yaptım, en sonunda sildim, yazmadım. Bakıyorum yazılanlara, hepsi sayın'la başlamış. Arada küfür edenler falan oluyor, direk dava açılıyor kendilerine. Bunlar da sosyal suçlular oluyor(!) Ya kendini deşifre etmiceksin kolaydan ya da düzgün, akıllı çocuk olup göz yumacaksın her şeye. Düşününce çok enteresan geliyor bütün bunlar. Evinde oturuyorsun, elinde bira, dur ben şu adama bir çatıyım diyorsun, yarın mahkemeliksin. 22 ağustos da yaklaşıyor, daha nasıl kısıtlanıcaz görücez.

-Autechre fazla dinlemeyin, alışkanlık yapar
http://fizy.com/#s/1tmt6c
http://fizy.com/#s/1tf88r

10 Temmuz 2011

Rehber-i Telefon

İnsanın karakterini bilgisayardaki masaüstü yansıtır, ilişki anlayışını ise telefon rehberi. Mesela çoğu yakın ilişki manyağı insanın telefonunda kişi adları, sadece takma adlardan oluşur, normal isim bulunmaz. Ben kendi rehberime bakıyorum, biraz sıradan, ama herkeste bulunabilen ögeler var.






-En klasikten başlıyım, bende de var : pideci. Sen her zaman rehberlerin baş tacısın pideci. Nerede ikamet ediyorsun bilmiyorum ama varsın. Ben Ankara'nın 4 farklı yerinde yaşadım, ne insanlar geldi geçti rehberimden, ama sen gitmedin. Yer değiştirdikçe sadece numarayı değiştirdim, isim aynı kaldı. Bir nebze sevgiliye bağladım bu konuda. Hani rehberde "aşkım" sabit kalır ,zaman geçtikçe numarada değişiklik olur ya, aynı hesap bu da. Yeni olarak da rehberimde Domino's var, fakat pideciyi geçemez. Çünkü pizzayı internetten, pideyi telefonla alıyorum. İlla yarım saat adresi söylemek lazım pideciye, o kontörlerin gitmesi lazım yoksa olmaz.

-Anlamadığım bir şekilde rehberimde bey/hanım ünvanlı insanlar var. Oturup düşünüyorum kimdi bu acaba diye. Arayıp da soramıyorum, Yunus Bey diye kaydetmişim sizi ama kimsiniz, mi dicem? Öyle de olmuyor. Rehberimde barınmaya devam ediyorlar.

-Rehberimin en muhteşemi, ulaştırma bakanım Ali Korsan Taksi. Korsan taksi hakkında bir yazım vardı, isteyenler buradan ulaşabilir.

-Belki de telefon rehberlerinin ve tabi ki bende de olan en büyük sorun: soyadı olmadan kaydedilen aynı isimler. 89 kuşağının en popüler ismi Merve sanırım. Bende 6 tane Merve var, ikisinde soyad var, diğerlerinde yok. Kim kimdir bilmiyorum. Merve'nin dışında bir de bende Mehmet furyası var. O da aynen şöyle : Mehmet, Mehmet Ali, Mehmet Bey, Mehmet Captan. Kimsiniz siz ya :)

Dediğim gibi sıradan bir rehbere sahibim. Sincabım, pislik, denişşş gibi süpersonik isimler bulunmuyor.

Peki ellerinde son teknoloji harikalarıyla televizyonlarda boy gösteren ünlülerin rehberlerinde kimler var? Mesela Acun'nun rehberinde kimler var? A - Adriana Lima, B- Bengü, C- Cem Yılmaz. Böyle birşey olsa gerek.

Hilal Cebeci'de nasıldır sizce? Panpiş, Panpiş2, Panpiş3, Bakkal Panpiş, Panpiş Amca, Panpiş Teyze.. Resmen şirinler gibi bir medeniyet kurdu kadın. Tanrı panpişleri korusun...

7 Temmuz 2011

Alo?

Selam.. Şu anda evde yokum, lütfen bip sesinden sonra mesajınızı bırakın.

Tamam bu çok resmi oldu. Bunu insan ancak ilk sekreter notu bırakma tecrübesinde yaşıyor olmalı. Birkaç ay sonra daha samimi şeyler söyleyebiliriz.

Selaaammmm.. Muhtemel dışarda fink atıyorum kıh kıh (gülme efekti), mesajını bırak, ben sana dönerim öptümm.

Tarzı bir şey olabilir mesela. Bir de bunun güncel versiyonu var o da şu :

Selamm panpişimmmm, bip sesinden sonra mesajını bırak, seni çok seviyorummm öptümmmm..

Hayatımızı bitirdin be Hilal Cebeci! Sen yokken twitterda napıyorduk biz? Peheyy..

Neyse konuya döniyim.. Bu sekreterli telefon olayı kafamı kurcalıyor, en son bir filmde gördüm de gündemime geldi. 2011'de Avrupa'nın orta yerinde sekreterli telefon kullanan mı var yahu?(cidden?) Hayatım boyunca sadece halamlarda gördüm bu sekreteri, başka da bir yerde karşıma çıkmadı. Buna rağmen filmlerde hala karşımıza çıkıyor..

O klasik film sahneleri de şöyle oluyor genelde:

Adam çok üzgündür yaptıkları için, kadını arar, ama evde yoktur, not bırakır. Kadın da eve gelir, duşunu alır, bornozlu halde portakal suyunu içerken biri acaba not bıraktı mı ya bana der ve sekreteri açar ki en az üç tane not bırakılmıştır. Böyle anlarda çok önemlidir sekreter.. Böyle an dediğim film anlarında yani. 

Benim açımdan ise telefonla birine ulaşamazsam ulaşana kadar arar dururum eğer önemli bir durum varsa, ha yoksa çağrıma döner zaten karşıdaki taraf. Böyle düz bir zihniyet var bende.

Bu filmlerin ikinci tribi de şöyledir. Adam çok üzgündür yaptıkları için, kadını arar, ama kimse cevap vermez. Adam anlatmaya başlar düşüncelerini, kadın da telefonun yanına oturur ve adamı dinlemeye başlar. Genelde telefonu açmaz kadın, zaten açarsa geri döndüğünün habercisidir bu. Sanırım bu sahneler insanı özendiriyor. ben sekreterli telefonun kullanılmadığını düşünüyorum, alan da bunu yapabilmek için almıştır.. 

Mesela bende ev telefonu yok. Her bireyin cep telefonu olduğu için gerek yok. Şu yüzyılda çekilen filmlerde sekreterli telefonu görünce şaşırıyorum bu yüzden. Daha yurt dışına çıkmadım, Amerikaya gidiyim direk bakıcam o telefonları gerçekten kullanıyorlar mı diye. Baktım kullanıyorlar, gönül rahatlığıyla NBA maçımı izlemeye gidebilirim. O telefonlardan bir örnek koyayım, karizmaya bak.



Bu sekreterin cep telefonu versiyonu ise sesli mesaj. Her zaman o sesli mesaj tuşuna basıp yanlışlıkla girerim de kontörüm gider korkusuyla girmedim sesli mesaj bölümüne. Artık o tuş da kalmadı zaten. Yakında mesajlaşma olayı da bitecek, isterlerse ayda 1 trilyon mesaja 5 lira olsun, internetten bedava mesajlaşmak varken gerek kalmayacak. Günümüzde isteyen istediğine ulaşabiliyor, facebook twitter gibi siteler sayesinde insanlar nerede ne yapıyor öğreniliyor. Eh be Hollywood, olacak iş mi şimdi bu senin yaptığın!


(o kadar çok sekreter dedim ki zihnimize tercüman olayım dedim, kötü mü ettim?..)

4 Temmuz 2011

Fikir Taneciklerim #1

- Şehirlerarası otobüs yolculuğunda bence koltukların erkek - kadın olarak seçilmesi yeterli değil. Ankaraya dönerken tekli koltukla geldim, etrafımda da gördüğüm kadarıyla çoğunlukla kadınlar vardı(nerdeyse ekmeği bile internetten alıcam, haliyle bileti de internetten aldım, değerli yol arkadaslarımı gördüm) Otobüse bindim, oturdum koltuğa, tamam kadınlar vardı ama hepsi yaşlıydı. Koltuğu alırken tabi ki karı kız yaparım diye düşünmedim, tercihim sadece hödük adamlara denk gelmek istemememdendi... Haliyle kadınlar yaşlı olunca sağlı sollu konuşmalar başladı(nedense insanlar yaşlanınca daha çok konuşmak istiyorlar),bana bulaşmadan paçamı zor kurtardım. Kulaklıklar imdadıma yetişti, kurban olayım. Sen olmasan o muhabbetlere maruz kalacaktım, muhtemel içine de alınacaktım. Sen olmasan dolmuşlarda jilet atarcasına fantaaazi müzik dinlemek zorunda kalacaktım. Neyse bu şehirlerarası otobüslerde cidden yaş seçeneği de belirtilmeli. En büyük korkum çocuklar yolculukta. Mesela onun da belirtilmesi lazım. Yanımda şu yaşta oğlum var ya da bekarım, dulum vs. Aslında şöyle yapalım, direk facebook hesabımızla giriş yapalım, kriterlerimize uyan bir yol arkadaşı görürsek bileti alalım, yoksa tekli koltuk için dua edelim. Çok deli uyur, konuşmayı sever gibi seçenekler de bilet alma ekranında çıkabilir.





- Liseye kadar okul çantalarının kullanım alanı farklı olur. Lisede yandan takılan artiz çantalar vardır, içine hiçbişe sığmaz. Ama ortaokul zamanındaki çantalarımızın içine basketbol topu bile sığar. Asıl bahsetmek istediğim aslında kullanışlı olmaları değil, kullandıkları alanlar. Ortaokulda kavgaların başlangıcını "çanta atma" adı verilen sportif eylem başlatır. Önce biri laf atar ortaya, diğeri de düzgün konuş der, nolacak düzgün konuşmazsam, sen kimsin lan! Bu sekilde laf uzar ve çantasını yere atıp düşmanına ilk atılan kişi kavgayı kazanır. Çünkü onun için önemli olan kavga etmektir, çanta ise karşı tarafa uygulanan korku objesidir. Sonrasında diğer çocuklar da görür bu durumu, onlar da çantalarını atıp koşmaya başlarlar olaya. Geriye sadece çantalar kalmıştır. İlerde ise koşup koşup aniden duran insan yığını vardır. E madem o kadar koştun, bişe yap di mi, neyi bekliyorsun. Her neyse olay iki şekilde sonuçlanır. Ya ilk atılan kişi ağız burun bırakmaz ortada ya da lavuğun biri gelir, bu kişi zaten okul içinde en cok söz sahibi olan kişidir, iki tarafı barıştırır. Çanta atma festivali sonraki bahara kalır.

1 Temmuz 2011

9.90

Benim için çok doğru bir tespit var, o da tek başıma giysi alışverişi yapamıyorum.

Geçenlerde bir şiir yarışmasına katıldım, elçilikte yapılıyordu yarışma. Bu nedenle üstüme başıma bişeler almam gerekti. Öyle takım elbise giyeceğim yoktu da işte en azından bir gömlek, pantolon almam gerekiyordu. 3 arkadaş gittik bir güzel, dolaştık dolaştık, 10 liraya aldığım tişörtle bitirdim alışverişi. Ne kadar bakarsam bakıyım üzerime bişeyi yakıştıramadım. Aynı durumdayken anneyle git, sen etrafa bakınırken çat diye bişe bulur aralardan getirir, bu sana çok yakışır, der ve yakışır da.. Onu alırsın direk, alışveriş biter. Aslına bakılcak olursa ben bir bayan olmadan giysi alışverişi yapamıyorum sanırım, örnekten de anlaşılacağı gibi.
Yukarda 10 liraya aldığım tişört dedim ama tabi ki 10 lira değildi tişört. Tamı tamına 9.90 lira. Peki geriye kalan 10 kuruş nerde? Benim cebimde olmadığı kesin, onların kasasında yatıyor. Kim başlattı bu politikayı bilmiyorum ama çok başarılı oldu bence. İşin içine küsurat girince her şey değişiyor. Yani 10 lira vermemişiz hissi doğuruyor. 10 kuruş bir nebze ödenebilinecek bir rakam olabilir yazacağım şey üzerine şimdi. Dün markete gittim, un yokmuş evde, un aldım.

-Sadece bu mu?
-Evet. Ne kadar?
-2.43 tl

Tabi ki ben 3 tl verdim, o da 50 kuruş üstünü verdi, çektim gittim. Geriye kalan 7 kuruş nerede peki? O da aynı şekilde onların kasasında yatıyor. Bakıldığında küçük hesaplamalar bunlar, yani ben şimdi o 7 kuruşun peşine mi düşcem? Satıcının da düşündüğü nokta bu zaten, onun peşine mi düşecekler.. Aynı politikayı ben de uyguluyorum satış yaparken ama para üstünü vermemek için değil sadece göz yanılması olsun, daha ucuzmuş diye görülsün diye mal. Birçok kez internet üzerinden satış yaptım(çoğu ps3 oyunları) ve fiyatları genelde küsurlu tuttum, mesela 49.90 yaptım. Aynı şey marketlerde geçerli değil. Küsurat üzerinden dönen temiz bir para söz konusu. Benim önümde bir teyze vardı, onun aldıkları da 60.13 lira tuttu. Bu kasadan da sadece ben ve teyze geçmiyoruz gün boyunca yani. Büyük marketlerde onlarca kasa var, yüzlerce insan alışveriş yapıyor. Bunlardan geriye kalan küsuratları bana verseler gül gibi geçinirdim sanırım. Çalışmama gerek kalmazdı. Hatta versinler şu an, bırakıyım okulu falan. 4. sınıf terk.

Alamadığım giysi konusuna dönersem, dediğim gibi sadece bir tişört alıp çıktım. Yanımda bir bayan olsaydı ama şahane şeyler bulup arasında seçim yapıp alabilirdim.

O aldığım tişörtü de sadece ucuz olduğu için almadım. Orda 10 çeşit tişört vardı güzel güzel, bir tanesi hoşuma gitti. Aynı durumda bir bayan olsa üst tarafta yazan ''Sadece 9.90'' yazısına karşı gelemez, hepsinden bir örnek alırdı diye düşünüyorum. Bayanların durdurulamaz bir alışveriş yapma istekleri var. Bunlardan en iyi faydalanan da Outlet mağazaları. Bu outletin olayı gördüğüm kadarıyla sadece ucuz olması, diğer asıl mağazalarından bir farkı var mı biliyorum. Belki bunlarda daha hafif, günlük şeyler satılıyordur. Çok cahilim(!)

Her neyse geçen hafta İstanbul'a gittim, yol üzerinde kocaman bir beton yığını vardı, üzerinde ise Outlet Center yazıyordu. Bir baktım ki onlarca mağazanın outlet versiyonunun bulunduğu bir yer duruyor karşımda. Aklıma karınca yuvaları geldi. Hani National Geography'de( doğru mu yazdım) yuvanın içinden görüntü verilir, nasıl oraya kamera koyuyorlar düşündükçe kafayı yerim, yuvanın içinde milyonlarca karınca gezinir, sonra o görüntü yavaş yavaş yuvadan taşar, uzaklaşmaya başlar, ordan çıkar ve yukarı doğru yükselir. O görüntüler insanı şok eder. Direk bu görüntü geldi işte aklıma. Hele bir de haftasonu olsaydı, o yuva görüntüsü bana yetmezdi sanırım.


Yukarda da görüldüğü üzere benim favorim Mango Outlet. Bir girdim mi çıkamıyorum. Acayip indirimler oluyor, arada peynir ekmek götürüp bütün günümü orda geçiriyorum. Şaka bir yana, daha hayatımda Mango Outlet'e karşı çıkabilecek bir bayan görmedim ben. Bu konuda bir numara kendisi. 

Outletler kazansın, ben o küsuratlar nolacak diye düşünüyorum...