25 Ağustos 2012

Veda

2 ay olmuştu onları görmeyeli, heyecanlıydım. 8 saat sonra eve varabildim. Asansör kapısını açtım, sağ tarafa doğru yöneldim. Yüzümde hislerimi açıklayan bir tebessüm vardı. Annem kapıyı açtı. Hoşgeldin oğlum, dedi; ama onun yüzünde bir tedirginlik sezdim. Sarıldım anneme. Hoşbulduk, dedim. Baktım üstüme atlayan bişey yoktu. Merakla anneme baktım. Lucky, dedi. Yerde yatıyor , balkonda, baygın galiba dedi. O an hayat durdu, ellerimden kan çekildi. Direkt balkona gittim, cansız yerde yatıyordu.

Sabah saat 7ydi. Uykusuzdum, yeni gelmiştim yoldan. Anlayamadım. Dokundum, kalbi atmıyordu. Burnundan nefes almıyordu. Kuyruğu renk değiştirmişti. Grileşmişti. Ölmüş dedim. Lucky ölmüş anne

Karşı komşu geldi. Bir çarşaf aldık, içine 4 yaşına gelmiş oğlumuzu koyduk. Kaskatı kesilmişti. Dokunamadım önce. Kaldıramadım. Her şey çok ağır gelmişti. Zamanın akmadığı bir evrende yaşıyor gibiydim. Çarşafa sardık Lucky'i. Arabaya koyduk. Otopsi için hastaneye götürdüler. Eve geldim. Hala şoktaydım. Ne oluyor diye düşündüm. Gözyaşlarım yavaş yavaş aktı gözlerimden. İçim acıyordu. Bir şey kalbimi yakıyordu. Kafamı kaldıracak halim yoktu.

Yatağıma uzandım, beni gelip kontrol eden yoktu. Evde miyim diye merak eden bir çift göz yoktu. Kraker almıştım ona. Eve gelir gelmez dışarı çıkaracaktım onu, krakerlerini verecektim. Asansöre bindiğimizde kuyruğunu pat pat bana vuracaktı. Sevincinden delirecekti. Gözlerimin içine bakacaktı. Ama olmadı. Hiçbiri olmadı. Onu bir kere daha sevemeden, sarılamadan kaybetmiştim. Uykusuna yattı ve bir daha uyanamadı.

Uzun süre kendimize gelemedik. Evimize gelen herkesin gözleri doluyordu. Kıpkırmızı gözlerle birbirimizle konuşuyorduk. O bizim her şeyimizdi. Herkesin hayatına girmiş, sevgisini kazanmıştı. Konuşmak da fayda etmedi benim için. Odama çekildim. Yazarak içimdekilerini atmak istedim. İnternete bağlandım. Şifre istedi. Gözlerimden iki damla yaş aktı. Şifre Lucky'di.

Muavin

"10 dakikaya oradayım, biraz bekler misi..." derken, taksici aniden freni kökledi. Önümüzdeki arabayla burun buruna geldik. "Ya yürü .mına koyım" diye bağırdı. Elini önümüzdeki arabanın dikiz aynasında bariz görünmesi içindi bütün çabası. Elini kaldırırken de "acaba hangi cd lan o" diye düşündüğüm aynadaki cdye yapıştırdı. Üzerinde bişe yazmıyordu. Telefondaki kadın "tamam bekletiyorum" dedi. 9 dakika sonra yazıhaneye gelmiştik. Her sıradan taksici gibi bana iyi yolculuklar diledi. Eyvallah, dedim. Bavulumu aldım, servise doğru gittim. Servis şoförü telefonda konuştuğum kadınla muhabbet ediyordu, sigara içiyorlardı. Benim aramam üzerine yakılan bir sigaraydı. "10 dakika mı? İyi madem, yak bakalım şuradan Neriman" denilmiş gibi bir hava vardı. Bavulumu koydum arkaya, servise bindim, servis tıklım tıklımdı. Bir kadın ayakta duruyordu. Uflaya puflaya çocuğunu kaldıran kadınla göz göze geldim. Ayakta duran kadın oraya oturdu. Bana hala yer yoktu. Şoför geldi, "abi yer yok, şuraya yanına oturayım ben de" dedim. Tamam, gibi bişe dedi. Tam anlayamadım, ama kafasını sallayınca sorun çözülmüştü. Arkadan gitti bana gazete getirdi. Al buna oturursun, dedi. Ona da eyvallahımı verdim. Daha sabahın köründe iki kişiyle eyvallahmıştım bile, geceye kadar canımı teslim etmiş olurdum herhalde. Herkes eyvallahıma göz dikmişti. Neyse yola çıktık.

Serviste konuşan insan yoktu, zira dediğim gibi sabahın bir vaktinde sıkıcı İstanbul trafiğindeydik. Torium yeni görünmüştü, büyük bir yoğunluk vardı yolda. Vites bilgisayar dilinden konuşuyordu. Hemen yanımda bittiği için kendisi, ne demek istediğini rahat anlıyordum. Şoför bi boşa alıyordu, bi bire takıyordu. Öyle öyle yanımızda giden bisikletçilerle yarışıyorduk. "Allah belalarını versin, bu ne yoğunluk be" dedi şoför. Evet abi kem küm bu ne alla aşkına ya, dedim. Güzelden gazı verdim abime. Bizim şoför yüzünü havayla güzelce bir yıkadı, ya sabır çekti. Bir yandan abiye sıvaz çekiyorum sinirini alıyorum, bir yandan da yolu bilmediğimi çaktırmamaya çalışıyordum. Tek bildiğim E-5. Onla da alakalı muhabbet geçmiyordu. Bildiğim yerden çıksa lafı yapıştırıcam ama yok, adam başka dilden konuşuyordu. Yola devam ettik.

Yarım saat geçti bizim abinin siniri iyice arttı, ama benim de yapabileceklerim ortadaydı. G.tümden terler akıyor, güneş alnıma vuruyordu. Pis amele yanığı olacaktım. Bir ara altımdaki gazeteyi düzelteyim diye kalktım, arkama baktım, millet mis gibi oturmuş koltuğuna, çekmiş perdeyi, çevirmiş klimayı üzerlerine, bir güzel oturuyorlardı. İçimden küfür ettim temizinden. Gazeteye geri oturdum, şoför telefonunu çıkarttı. Nokia'nın ilk renkli ekran telefonlarından. Tam servis şoförü telefonu. Birini aradı. "Aloo.. hee... evet... yok çok kalabalık... E-6dan gidecem... sen de... tabi... e hadi... haydiiii görüşürüz" dedi. Ben tam sevinecekken bir baktım ki adam E-6 dedi. E-6 ne lan, dedim. Adam ayrıldı yoldan kavşaktan sağa döndü, köprünün altından E-6ya girdi. "İlerisi çok kalabalık en iyisi buradan gitmek" dedi. "Doğru abi şimdi işe gidenler var baya kalabalıktır yani iyi yaptın" dedim. Dönmemiz aslında işime yaramıştı, güneş sağa geçmişti artık. Sağ tarafta oturan ..spu çocukları yansındı biraz da. G.tüm de artık zemine adaptasyonunu tamamlamıştı. Bir saattir yerde oturuyordum. Az kaldı dayan diyordum içimden. Ne kadar kaldığını da bilmiyordum gerçi. Adama sormaya g.tüm yemiyordu. Sorarsam buranın yabancısı olduğumu anlardı. Bişe demedim. Hatta o bişe demedikçe ben konuşmamaya çalıştım.

1.5 saat süren servis zulmü bitmek üzereydi. Hayatımda dandirik Esenler otogarını gördüğüme bu kadar sevinmemiştim hiç. Muavinlik de zor işmiş onu anladım. Hadi çayı, kahveyi taşıması neyse de şoförle konuşma zorunluluğu insanı bitirir. Sonunda bindim otobüsüme. Taktım kulaklığımı, açtım müziğimi. Vurdum kafayı direkt.

Muavin geldi. "Beyefendi size yanlış bilet kesilmiş sanırım. Bu hanımefendi orada oturacak. Kusura bakmazsanız, sizi kaldırmamız lazım" dedi muavin. Kız da güzelce bişey. Kem küm ettim, sonra centilmenim ya kalktım verdim yerimi. Biraz olay yerinden uzaklaştık. "Eee napacaz Ankara'ya kadar ayakta mı gidecem ben?" diye çirkefleştim sonradan. "Hayır, şuraya oturabilirsiniz" dedi muavin. Gösterdiği yer muavin koltuğuydu. "LAAAN HAAAYIIIRRR" diye bağırdım. Bir anda irkildim. Gözlerimi açtım. "Beyefendi AŞTİ mi?" diye sordu muavin. Evet, diyebildim terler içinde. Bir de soğuk su lütfen dedim, arkama yaslandım.

4 Ağustos 2012

Lanet olsun millet!

Okuldan eve geldim, hemen üstümü çıkarttım, annemin aldığı yeni tişörtü giydim. Yeni tişört dediğin ilk gün giyilir. Akabinde millete hava atılır. Sonra çamaşır makinesini boylar. Bazen çeker, bir daha giyilmez; bazen aynı kalır, aylar sonra hatırlanıp giyilir.

Çocuklar beni çağırdı top oynayacaz diye, en büyükleriyim ya istek üzerine teşrif ediyorum sokağa. Çıktım yeni tişörtümle, üstünde de fcuk guns yazıyor(yani "lanet olsun millet"). Top oynuyoruz, ben gerine gerine koşuyorum. Hop göğüs kontrolü yapıyorum. Yeter ki yeni tişörtüm fark edilsin. Bikaç gol attım, kaleye geçtim falan derken Mithat geldi yanıma "abi tişörtün güzelmiş, yeni mi?" diye sordu. Pek istemeyerek "evet yeni" dedim. Benim futbolum konuşulsun, kaleciliğim, orta açışım, şut vuruşum göz önünde olsun istermiş bir halim vardı. "Yeni, üstünde de fcuk guns" yazıyor dedim. Mithat "evet abi, yani silah diyor, silahlar, ama ilk kelimeyi bilmiyorum" dedi. Silahlar mı? Ne silahları ulan, diye baktım tişörtüme. Çocuklar eve su içmeye gidiyoruz, dediler ve gittiler. Ben öyle kaldım sokağın ortasında. Ne silahı lan? Millet o, hani hey guns dersin, oradaki gibi değil m... y...? Haa o guys di mi? Ulan benim ingilizcem hep 5 gelirdi, guns ile guys karıştırdım, allahın topçusu Mithat geldi de beni ezdi iki dakkada diye içimden geçirdim.

Maçın devamında daha hırslı oynadım. Mithatı karşı takımın kaptanı yaptım. Girdim ayağına paso. İttirdim omuz omuza dedim. Vurdum faul yok dedim. Hıncımı aldım. Lanet olsun(!) Koskoca guns, oldu guys. Orada dil eğitimimi bitirmeliydim.