26 Aralık 2013

Ben gibi

Gözlerim yürüdüğüm yolu takip ederken birinin yanan çakmağı dikkatimi çekti. Fötr şapkası başında, sigarası ağzında, Zippo çakmağıyla alevi yoktan var edip dumanı içine çekti ve sağ gözünü hafiften kısarak bana selam verdi. Sanırım gözünü kırpmak istemişti. Nedenini soran donuk suratımla yüzüne baktım. Elindeki gitarın la teline vurup memnuniyetsiz hislerini dudaklarının ucuna yolladı. İlgimi çekip ortadan kayboldu gözlerimin önünde. Müziğinin arkasına gizlendi. Tellere vurdu. La majör. Benim de gitarı elime aldığımda vurduğum ilk akor gibi. Ne zamandır gitar çalmıyorum, dedim kendi kendime. Müziği bırakmıştım. Belki Teoman değildim, ama çalmayı bıraktığımı görüyordum. Elimin gitara gitmediğini, sesimin köreldiğini. Kızıyorum kendime. Senelerce uğraşıp parmaklarımın nasır tuttuğu, klasik müziğin beni olgunlaştırdığı, akustik tonların odamı inlettiği, elektro akorların beni asi kıldığı, yüce evrende kendimi kaybettiğim notaların uğruna verdiğim zamanın yitip gitmesi çok hüzünlü. Hayatım boyunca yiyip bitirdiğim insanların listesine eklenen bir çizik sadece. Müziğe dönmem gerektiğini düşündüm. Sonra vazgeçtim. Pazartesi başlanan diyet gibi. Paralar saçıp yıllık abone olunan spor salonları gibi. Belki o gün sokakta dikkatimi çeken bir sporcu olsaydı, yazıya kendime bakmamamdan başlayabilirdim. Spor yapmayışımdan, ama sürekli yapmam gerektiğini düşünmemden. Gidip bi trenchcoat alıp Milano Moda Haftası'nda boy gösteren kumral, saçlarının bir tarafı uzun ve yana yatık adamlar gibi sokaklarda gezmek isteyişimden bahsedebilirdim. Daha da kötüsü olabilirdi. Yolda bir Japon görüp Japonca öğrenmem gerektiğini ve Katakana, Kanji diye devam eden bir yazı okuyabilirdiniz. Neyse ki böyle bir şey olmadı. Bunları size anlatmak zorunda kalmadım. Kendime ise tekrar tekrar hiç anlatmak istemiyorum. İçimi saran maymun iştahlılık bir türlü bitmiyor. Her şeyi isteyip ısırık aldıktan sonra bitip gidiyor. Tıpkı la majörün tınısının kulaklarımda bitmesi gibi. Tıpkı benim hevesimin de bitmesi gibi. Tıpkı ben gibi.

20 Kasım 2013

Gecenin Eli

Gece odanda tek başına oturursun. Karşındaki bilgisayar yüzüne ışığını saçar. Kulaklıktan gelen ağır müzik beynine hücum eder. Nefes alışını bile duyamazsın. İyice o karşındaki ekrana yakınlaşırsın, sanki içine girecek gibisindir. Bir oyun oynuyorsun, bir film izliyorsun ya da bir yazı okuyorsundur. Odaklanmışsındır. Ve koluna bir el dokunur. O an vücudundaki bütün tüyler marşa kalkar. Ruhun camdan atlamıştır. Gözlerin ağır çekim elin sahibine döner. Annenle göz göze gelirsin. Korkudan dilin gırtlağından içeri kaçmıştır. Annenin dokunduğu kolun ise hissizleşmiştir. Novosibirsk sokaklarında saatlerdir tişört-şort geziyormuşsun gibi titrersin. Kafan istem dışı sağa sola sallanır. Ve annenden tek bir cümle duyulur: Ben yatıyorum oğlum.. İşte o an annene cevap veremezsin. İyi geceler anne / Ödümü koparttın be! / Allah rahatlık versin annecim / MANYAK MISIN YA! / Altıma sıçıyordum anne! / Tamam, sen yat, ben biraz daha otururum / Canım annecim, iyi ki haber verdin.. Birçok cümle geçer kafandan, birini seçemezsin. Çünkü hepsini aynı anda yaşarsın. Zaten o da cevap beklemeden dönüp gider çoğu zaman. Yatağına yatar ve uyur. Sen hala Novosibirsk sokaklarındasındır. Önce kulaklığı çıkartırsın, sonra gider ışığı açarsın. Mutfağa gidip soğuk su içersin. Oturup nefes alışverişini kontrol etmeye çalışırsın. Annen ise çoktan uyumuştur. Mışıl mışıl. Bebekler gibi.

Hayatımda yaşadığım en büyük korku bu. Gecenin karanlığında beliren el. Tüm hayatı tam üç saniyeliğine donduran. Bir yılandan daha zehirli, bir depremden daha yıkıcı, bir kalp krizinden daha can yakıcı. Tek bir dokunuş ve artık bu dünyada değilsin sanki.
İzlediğim korku filmindeki efektler bile bu kadar korkutucu değil. Halbuki onlar bu amaca hizmet ediyorlar. Beni korkutmak için oradalar. Lakin benim gözüm annemin gelip dokunabileceği kolumun o hissiz yerinde sürekli. Gözlüğümün halt yemesi, elin geldiğini sandığım o insanı kahreden anlar. Yanılsamalar. Bir anda dönüp kapıya bakmalar. Bütün bunlar benim gece korku seanslarım. O filmlerden ben neden korkayım ki? Ben bir korku filminin içinde yaşıyorum. Filmin ismi de Gecenin Eli. Umarım hepiniz beğenmişsinizdir. İyi geceler.

7 Kasım 2013

Döngü

Burası bana ait değilmiş gibi geliyor. Şu an okudukların benim parmaklarımdan dökülmüyor gibi. Yabancılaşma çekiyorum. Kendime karşı. Halbuki geriye dönüp baktığımda, aynı kişi orada. Tekrar ediyorum benliğimi. Defterleri karıştırdığımda üç sene önce yazdığım noktadayım. Biri eline makası alıp beni o günden bu güne montajlamış. Suçlusu kim ise çıksın ortaya çabuk! Göster kendini! Korkak! Tıpkı benim gibi. Gidicem, demişim anneme küçükken. Apartman kapısından öteye gidememişim. Sağa sola bakıp olduğum yere çöküp ağlamaya başlamışım. Çünkü ne kadar uzağa gidersem gideyim, dönüp geleceğim yer belliydi. Hasan isminin bende özleştiği hissiyat bu. Bütün günü dışarıda geçirip gece olduğunda evine dönen teyzemin kuşu Hasan'ın yarattığı hissiyat. Küçük bir aksilik yaşamıştı ama, bizim evimiz yerine üst komşumuzun evinde bulmuştu kendisini. Ona kızmadım. Kuş kadar özgürdü bu hayatta. Özgürlüğünün peşinden kanat çırpıp sıcak yuvasına dönmek istemişti. Ruhumun yapmak istediği gibi. Karanlığın yazılarımla bana tecavüz etmek istediği gibi. Karanlıktan korkum yok. Tek sorun günün iki yakasını da yaşıyor olmam. Geceyi yazı yazarak değerlendirmek. Çoğu zaman da gecenin gündüze karışması. Sabahlamak. Gecelemek var olamaz bu dünyada. Çünkü gündüz insanları geceyi hak etmiyor. Sadece gece insanları günün ilk ışıklarını görüp dinlenmeye çekilebilir. Bir vampir gibi güneş ışığının sızdığı camlarına perdeyi çekebilir. Güneş enseme vurduğunda ise döngünün rahatsızlığını çok net hissediyorum. Benden farkı yok. Yine kendini tekrarlıyor. Gitme o zaman, demek isterdim. Hesap sormaktan kaçındım hayatım boyunca. Hesabı başkasına ödettim. Alman genlerimi dizginledim. Almanları pek sevemedim. Köpeklerini çok sevdim ama sahiplerine itaat etmelerini hiç istemedim. Uslu ol kızım, dediklerinde uslanmaz birer çakal gibi saldırmalarını bekledim. Anasının memelerini emerken çekip aldığı, eve götürüp beslediği, kendisinin evladı olduğunu, erkek olsa oğlum - dişi olsa kızım diyeceğini benimsemiş bir zihniyete itaat etmemesi gerektiğini söylediğimde çoktan dişlerini göstermişti çoban köpeği. İt oğlu it! Kime çekmişse artık.. Bana çekmediği belli. Ben olsam kuyruğumun peşinde dönüp duracağıma, tasmadan kurtulmanın yoluna bakardım. Zira yorulup durduğunda dünyanın aslında senin etrafında döndüğünün farkına varacaksın. Bunu kovalamana gerek yok. Beş bira. Üstüne üç tekila shot. Kafanı yastığa koyduğunda sadece yatağın değil, iç organlarının da vücudunun içinde döndüğünü hissedeceksin. Sabah kalktığında kendi yatağında uyanmış olmak isteyeceksin. Etraf yabancı gelecek, ama duyduğun müzik tanıdık sanki. Çünkü loop'a alınmış bu hayat senin hayatın. Sabredersen hepsi geçecek. Kolundaki saati durdurur gibi durduramıyorsun hayatı. Kendiminkini alıp duvara vurmak isterdim. İçinden dahili numaramı bilen kişilerin kanları aksın, odamı keskin bir koku sarsın. Bir daha nüks edemesinler hayatıma. Sinirlerime ulaşamasınlar. Mümkünse onları aldırmak istiyorum, yararı yoksa kes gitsin doktor. Sök! Bana lazım değil! İsteyenlere pay edersin. Ayaklarım üstünde durabileceğim kadarını bırak, bana yeter. Yetmediği noktada aileme başvuracağım. Sol kolumun altına babam, sağ kolumun altına annem. Tam da olması gerektiği gibi. Bana karşı gelmezler değil mi? Hiç zannetmiyorum. Ben de olsam, aynısını oğlum veya kızım için yapardım. Çünkü bu güdü içimizde. Kimse eksikliğini hissetmiyor. Eksik olan tek şey ise uyku. Her şeyi yaptıran, bütün günün ardından son dakika golünü atan. Boyun eğmezsen rövanşı rüyalarında almak için nöbet tutan. Her şeyin sorumlusu. Bana bu yazıyı bitirten. O gün annem beni balkondan izlerken, arkama bile dönüp bakmadan sokaklara karışsaydım, şimdi seninle kafa tutuyor olurdum. Ne haddime! Günün dönmesine içiyorum rüyalarımı.

5 Kasım 2013

Keşke


Kinyas ve Kayra. Sanki ikisi de var içimde. Ölü bir beyin daha baskın. Aslında o gün okumayı bırakmalıydım. Kitabı kapatıp yatağımda uzanmaya devam etmeliydim. Gözlerim dinlenmede, aklım ise çitin üzerinden atlarken koyunlara selam vererek uykuya çekilmeliydim. Mum ışığı odamı aydınlatmalı, kanlarından alkol akan insanlar haykırmalıydı dışarıda. Ouagadougou’da oturan akrabalarıma, Ankara’da hayatıma dahil olan arkadaşlarıma hal hatır sormalıydım. Hiçbirini yapamadım. Yapmadım. Aslında o gün yazmayı bırakmalıydım. Çünkü yazacak bir şey kalmamıştı geriye, okunacak bir şey kalmadığı gibi. Hatta yaşamayı bırakmalıydım. İçim acırken. Kalbimin atışının yavaşladığı gecede, tiz bir sesle ekranda beliren sıfırın yanında dümdüz giden, istikrarını hiç bozmayan bir çizgi gibi yığılmalıydım olduğum yerde. Ama olmadı. Devam ettim nefes almaya. Devam ediyorum. Belki daha iyisini yapabilirim diye.

24 Eylül 2013

MSN

“Abi ben var ya, offline takılıyorum. Yani sonuçta herkese online görünmek istemem. Ben kendi istediğim kişilerle konuşurum. Kimse benim orada olup olmadığımı bilmez. Bence böyle kullanılmalı” dedi. Benden bir tepki bekliyordu bu sözleri karşısında. İçimde patlayan tepkileri mi yoksa onun istediği tepkileri mi vermeliyim diye düşündüğüm iki saniyelik süre, ömrümden ömrü alıp götürüyordu. Konuştuğumuz konu şu an hayatımızın bir parçası olmaktan kopan bir programdı. Microsoft’un yıllar önce hayatımıza dahil ettiği ve birçok insanı delicesine bilgisayar başına kilitleyen, sürekli yayımladığı yeniliklerle bir gün smiley atarak, bir gün “cam” açarak bilgisayar başında çürüdüğümüz: Msn Messenger. İşte konuştuğumuz konu onun Messenger ve çevresindeki insanlarla olan imtihanıydı ve o, elinden geldiği kadarıyla bu imtihanı artistik bir şekilde sürdürmek istiyordu. Kendi içinde yaşadığı diğer imtihan ise gizlilik duygusuydu. Eminim ki Facebook çıktığında, kendini ve fotoğraflarını gizleyip insanları röntgenlemişti. Çünkü o, aranan bir kişiydi. Kendini ortalıkta görünmez yaparak sosyal iletişimini istediği insanlarla sürdürüyordu; fakat bunu yaparken bir stalker (aslında ben sizi takip ediyorum, ensenizdeyim!) edasında yapıyor ve offline olduğunu insanlara anlatarak çevresinde Görünmez Adam unvanına doğru koşuyordu. En iyisini yapıyorsun kardeşim, dedim. Böylesine düşünceli bir insan benim için kardeş sayılırdı(!) İki saniyelik düşünmeyle verebildiğim en iyi cevap da buydu sanırım. Karşısından onayı alan her insan gibi, kocaman gözlerini hafiften kısarak “tabi yaa” bakışı attı ve gözleriyle uzaklara doğru yelken açtı. Muhabbet direkt durmuştu; çünkü içten içe gülüyordum. Konuşacak mecalim yoktu. Bu ettiği lafları benden önce kaç kişi daha dinlemişti acaba, diye düşündüm. Sırada, yanında oturan arkadaşının bunu dinlediği kesindi mesela. Çünkü durum karşısında hiç tepki vermemişti. Belli ki Messenger üzerinden onla offline konuşmaya alışkın gibiydi. Her konuşma başlangıcı “ştt orada mısın?” diye başlıyor olmalıydı. Birkaç dakika cevap vermedikten sonra “buradayım” cevabıyla “işim vardı-geldim” havası yapıyordu. Alay hissim nefrete dönüşüyordu. Hocanın sınıfa girmesiyle kendi sırama gittim. İşin ilginci Görünmez Adam ders boyunca da offline olmayı sürdürüyordu, hoca kendisine soru sordukça konuşuyor, ortaya atılan sorulara atlamıyordu.


Akşam eve geldiğimde, önce bilgisayarın açma tuşuna bastım, o açılırken üstümü başımı çıkarttım. Bi su alıp bilgisayar başına oturdum. Messenger figürleri dönmeye başladı. Listemde kimse yoktu ya da ben öyle zannediyordum. Çevrim dışı listesinden onu buldum. Çift tık yaptım. Pencere açıldı. Orada olduğunu biliyorum, yazdım. Cevap gelmedi. Aslında bu cümle karşısında cevap gelmesi de beklenemezdi. Muhtemelen konuşma penceresi açık, ekrana öyle bakıyordu. Üzerine oyun isteği yolladım. Kızma Birader. Kabul etmedi. Cam açma isteği yolladım. İptal etti. “Ne var olum la?” yazdı. Kızmıştı. Yok bişe dedim. Bilgisayarı kapadım ve yattım. Oyunu ben kazanmıştım. Hükmen!

15 Eylül 2013

532

Üç kişi bir salonda oturuyorduk. Hani şu sıkıcı durumları bilirsiniz. Bir arkadaşın vardır, seni evine davet eder. Diğer bir arkadaşı da misafir listesine eklenir. Ortada herkes için sadece bir ortak arkadaş vardır. O ortak arkadaş iki kişi arasındaki muhabbet akışını sağlar, o olmadığı zaman muhabbet sona erer. Anlatmak istediğim böyle sıkıcı bir durum işte. Üç kişiydik. Arkadaşımın salonunda oturuyorduk ve arkadaşımın telefonu çalıyordu. Arayanı göremedim ama arkadaşımın göz bebeklerinin büyüdüğünü görebiliyordum. Formula 1 sürücüsü kıvamında, saniyelerle yarışan bir edayla telefonuna sarıldı. Kanepedeki titreşimi eline aktardı. Sevgili titreşimiydi bu. Telefondan sevgili akıyordu. Olabildiğince hızlı adımlarla “ben geliyorum hemen” telkinini bize dayayıp kendisini odasına gömdü. Kapının kapanması ve kilitlenmesi aynı zaman diliminde gerçekleşecek olacak ki belli bir süre sonra iki bilinmezli denklem(ben ve arkadaşı) çözümlenemediğinde, kapının kolunu çevirirken “kilitlemiş p.ç” cümlesi beynimden dudaklarıma doğru aktı. "Efendim?" diye sordu. “Yok bişe, tuvalete gidecektim” diye bir yalan uydurdum. 3 senedir evine geldiğim adamın tuvaletini bulamamıştım, evet. Aynı şekilde daha iyi bir yalan da bulamamıştım. Tuvalette uzun süre kalmak isterdim, fakat arkadaşı s.çıyor olmamdan tiksinebilir diye çiş süresi aralığında tuvalet maceramı bitirdim. Sifonu çektim, lavaboda oyalandım. Salona geri döndüğümde her şey olduğu gibi yerinde duruyordu. Arkadaşı, üç şişe bira, bir kül tablası ve yanmakta olan bir sigara. Kanım çekiliyor gibiydi. Arkadaşım içeride yıllarca kalabilecek gibiydi.

Salona geri geldiğinde, yaklaşık diyemem çünkü dakikaları sayıyordum, 36 dakika geçmişti. Arkadaşımın bağlı olduğu operatör sahibi ellerini ovuşturuyor olmalıydı. Arkadaşımın kulakları ise olanlardan hiç memnun değildi. Sağlı sollu kırmızı iki kulak temiz havayı içine çekmek istiyor gibiydi. Her şey düzene girdi sandığımda arkadaşım henüz yerine oturmuştu. Telefon tekrardan titredi. Bu sefer önceki pit stop’a oranla saniyenin yüzde biri, hadi abartmayalım, ikisi oranında daha hızlıydı. Telefonu alıp odasına gittiğinde, tatile giderken arkada 5 günlük mamasıyla bırakılan bir kedi kadar üzüldüm. Miaavvv, dedim ama dönüp de bakmadı(şerefsiz) O telefonunu alıp gittikçe benim de içimden bişeler yitiyordu. Arkadaşı ile olan kopukluğum, salonda yaşadığım boşluğum, biramın bitmesi ve sigara dumanının boğazımı yakması, her şey beni bu evden göndermek istiyor gibiydi.

Kapı çaldığında belki de eve geldiğimden beri ilk defa sevindim. Ben bakarım, dedim. Kapıyı açtım. Önümde esmer, benim boylarımda, mini şortlu, ama üzerine hırka giymiş bi kız vardı, kulağında da telefon. Buyrun, dedim. O bişe demedi, direkt içeri girdi, arkadaşımın odasına doğru gitti. Kilitli kapıya tosladı. Bikaç saniye sonra kilit açıldı. Hayatımda ben böyle müthiş bir sürpriz görmemiştim(!) Arkadaşımın sevgilisi onla telefonda konuşurken evine gelip sürpriz yapmıştı. Bütün olan buydu ve çok romantikti(!) Bunu sabaha kadar dört, belki de az gelebilir çünkü şehvet doruklardaydı, beş posta ile kutlamak istiyorlardı. Kız, arkadaşımın dudaklarına yapışıp kapıyı ayağıyla kapattığında (sinematografik) artık evde bir geleceğimin olmadığının farkına varmıştım. Arkadaşı ise bunu hiç umursamıyordu. Ne benimle konuşuyor ne de olan olaylar hakkında bir tepki veriyordu. Belki de o yoktu. Ha sakın hikayenin sonunda “aslında o yoktu!” diyeceğimi sanmayın. Bizzat vardı işte ve karşımda oturuyordu.


Buradan kurtulmak zorundaydım. Arkadaşımın odasında olanların ses seviyesi yükseldikçe kaçma isteğim azıyordu. Biramı kafama diktim. Telefonum çaldı. Fırsatı yakalamıştım. Ekrana baktığımda hevesim kursağımda kaldı; ama çaktırmadım. Arayan numara 532‘ydi, Turkcell’di. Açar açmaz “efendim canım?” dedim. “Hıhı, evet, tabi ki de geliyorum haha bye” dedim ve yarışa içerdekilerden daha hızlı döndüm. Kapıyı çektim ve gittim. O günden beri telefonu çaldığında telefonunu alıp giden insanlardan nefret ederim

13 Eylül 2013

Tek

Abi sana bişe sorabilir miyim, diyerek yüzünü bana çevirdi. Ben ise hala karşımdaki genç çifte bakıyordum. Gözlerimi onlardan ayırmadan “sor” dedim. “Kusuruma bakma ama, bu anlattıkların bana hiç mantıklı gelmedi, abartıyor olmayasın” dedi. Bu tam bir soru sayılmazdı. Alay içerikliydi. Gözlerimi kullanarak onu ikna etmenin vakti gelmişti. Yavaşça kafamı ona doğru çevirdim ve kısık gözlerimle onun gözlerini süzdüm. Dudaklarımı yana atıp memnuniyetsiz tavrımı bir aktör ustalığıyla ona savuşturdum. “Mehmet.. Ağzına s.çarım senin. Ben ne zaman sana yalan söyledim?” dedim. Soruya soruyla karşılık verip rahat jestlerimle küfrü harmanlayarak onu kendinden geçirmiştim. Verdiğim cevap karşısında bir an duraksadı. Gözleri kocaman açıldı. Onu düşünmeye sevk etmiştim. İkna olmaya başlıyor gibiydi. Sağ elimdeki silahı bir oyuncak gibi sol elime fırlattım. Bu hareket ile öldürmeye olan yakınlığımı Mehmet daha da anlıyor gibiydi.

Gece üçü geçmiş; sokağın başında, karanlığın içinde Mehmet’i elimdeki silah ile dün gece yarım düzine insanı öldürdüğüme inandırmaya çalışıyordum. Mehmet’in olaya inanmadığı nokta ise ikisinin eski sevgilisi ve çok yakın bir arkadaşının olduğu, dahası sokağın ortasında öpüşüyor ve arkadaşının eski sevgilisinin göğüslerini avuçluyor olduğuydu. Çünkü arkadaşı, Cenk, böyle bir insan değildi onun gözünde. Benim gözümde ise farklı duygular yaratmıştı. Öncesinde ısınma turları attığım 2 çiftin üzerinden beş dakika geçmeden, Cenk’in ölü vücudunu sırtlıyordum. “Or.spu çocuğu” demekten kendini alamadı Mehmet. Bunu o kadar içten dedi ki canına kıydığım iki çiftin günahları sanki bir anda Cenk’i yere yığmamla yitip gitmişti. İki çift bir doğruyu götürmüştü. İçim ferahladı. İyi yapmışsın abi, dedi. Bişe yaptığımın farkındaydım; ama ne yaptığımın farkına o anda vardım. Uzun süredir içimde biriken çiftlerin gözümün önünde gerçekleştirdikleri sevgi gösterileri, beni bir caniye çevirmişti. Gözlerime perdeler iniyordu. Perde açıldığında kendimi ücra bir köşedeki kaçak silah satılan bir bodrum katında bulmuştum. En ucuz silahı alıp sonraki gece kendimde cesaret bulduktan sonra sokağa çıkıp üç çiftin canına kıymıştım.
Mehmet arka sokaktan gelirken bulduğu küçük boyutta bir odunla oturduğu yere vurarak ritim tutuyor, bendeki ritim değişimini hissediyordu. Dünkü olaylar beni bir seri katile çevirmişti. Çiftlerin peşinde koşup beyinlerini zemine akıtan, sonra da onları en yakın çöp kutusuna atan bir seri katil. Kendime bir isim bulmalıydım. O an aklıma yarı ingilizce yarı türkçe bir kelime geldi: çiftkiller. Bir karın deşen kadar ünlü olmasam da bu sokakta nam salabilirdim. Böylece bu sokaktan bir daha kimse el ele geçemezdi. Başka şehirlerde benim ismim geçer, bu sokak için bir kabusa dönüşebilirdim. Bu yolda emin adımlarla ilerlemek için daha katledilecek çok çift vardı önümde. Yavaşça ayağa kalktım, silahı pantolonumun arkasına sıkıştırdım. Çiftin üzerine doğru yürüdüm. Karanlıkta öpüşüyorlardı. Bir arabanın yanında gözlerden ırak sevişiyorlardı. Önlerindeki binanın ikinci katında ışık yandı, çift yere çöktü, ben ise oturduğum yere döndüm. Mehmet niyetimi anlamıştı. Ver şu silahı, dedi. Hayır daha çok işimiz var bu yolda, dedim. Benim yanımda olmak istemiyor gibiydi. Çiftin korkusu az sonra yaşayacakları korkunun yanında sıfır sayılırdı aslında, ama ölümün farkında değillerdi. Bir evleri yoktu, belki arkalarından ağlayacak bir aileleri de yoktu. Bunu bilemezdim. Işık söndü, kadın içeri girdi. Çift kaldığı yerden devam etti. Ben de yarım kalan yolumu adımlıyordum. Yanlarına gelip dikildiğimde kızın Hello Kitty donunu gördüm. Daha sonra bişe gördüğümü hatırlamıyorum, zira kafamda hissettiğim sıcaklık her şeyin önüne geçmişti. Başımı yukarıda tutamıyordum. Hızlıca zemine düştüğümü hissettim. Gözlerim karardı. Mehmet hemen arkamda dikiliyordu. Elindeki odunda kafamı yarıp akıttığı kanın izleri vardı. Beton zemine düşen ölü etin sesi sokakta yankılanmıştı. Mehmet’in diğer elinde ise cep telefonu vardı. Cenk’ten gelen mesaj hala açık duruyordu. Muhtemelen dün gece Mehmet’in eski sevgilisine yaptıklarımı Cenk ona anlatmıştı. Abartıyorsun, dedi ölü vücuduma bakarak. Kendi kendime bile inandığım yalanıma Mehmet’i ortak edememiştim. Çiftlere olan nefretime ortak olmamıştı. Bu hayattan tek başıma göçüp gitmiştim. O ise bensiz yarım kalmıştı.

18 Temmuz 2013

Size bir sorum var

Gergin bir bekleyiş var stüdyoda. İçeride eli butonda bekleyen adam gerilimi sonuna kadar yaşatmak istiyor bize. Saniyeler dakikaya dönüşüyor. Zaman akmıyor sanki. Herkes küçücük kutudaki sarı renge bakıyor. Tek dileğimiz onun yeşile dönmesi. Süregelen heyecan rejinin butona basmasıyla bitiyor ve kutu yeşile dönüyor. Yarışmacı gözlerini yumup derin bir nefes çekiyor içine. Hafiften gülümsüyor. Elleri saçlarının içine giriyor. İki eli başında bakışlarını yukarı kaldırıyor. Yukarıdaki ilahi güce tapıyor adeta. Teşekkür ediyor. Herkes alkışlıyor. Dokuzuncu soruyu biliyor ve barajı geçiyor. On beş bin lira artık cebinde. Kenan Işık da gülümsüyor. Yarışmacısından gurur duyuyor. Televizyonunun karşısında, g.tü devirip yatan Kerem ise cevabı çoktan bilmiş, dibini yediğini cipsine eşlik eden kolasını fondip yapıyor. İçi yanıyor. Evde tek başına. Seyircilerin alkışını hiçe sayacak desibelde geğiriyor. Öyle bir geğiriyor ki bitmek bilmiyor. Saniyeler dakikaya dönüşüyor. Zaman akmıyor sanki. Göbeğini kaşımaya geçtiği anda Kenan Işık cevap sonrası klasik yorumlarını sıralıyor ve reklam giriyor. Elleri cipsli Kerem, televizyonun kumandasına uzanıyor, başka kanala geçiyor, kumandayı yanına atıyor. Su yolunu bulur; kumanda hemen minderlerin arasından koltuğun iç kısmına, uzun süre kumanda aranıp da bulunamayınca akla gelen o ıssız iç kısma düşüyor. Belki de uzun süre orada yaşamına devam edecek. Kerem ise hiç kuşkusuz uzun süre böyle bir yaşama devam edemeyecek. Günde iki paket sigara ve kola ile ömür mü geçer size sorarım. Program tekrardan başlıyor, Kerem kanala dönüyor. Kenan Işık “işte onuncu soru ekranlarda” diyor. Soru hakkında Kerem’in hiçbir fikri yok. Cevaplar çıkınca içine doğan cevabı kendi kendine söylüyor. Sonunda söylediği cevap çıkarsa “ben bilmiştim” diyecek ve bu gece rahat rahat uyuyacak. Görünüşe bakılırsa yarışmacının da soru hakkında bir bilgisi yok. Kerem’in devrik g.tü olduğu yerden biraz kalkıyor. İçinden gülüyor. Yarışmacı çekilme kararı alıyor ve “devam etseydiniz hangi şıkkı söylerdiniz” dönemi başlıyor. C şıkkını seçiyor yarışmacı. Kerem ise B şıkkını çoktan sarıya çevirmişti. Reji bu sefer gerilimi makul bir seviyede tutuyor ve üç saniye geçmeden C şıkkının doğru olduğu ortaya çıkıyor. Yarışmacının gözleri doluyor. Seyirciler hep birlikte “aaaaaaaa” diye feryat ediyor. Kenan Işık ise üzgün, “hiç olmazsa barajı geçtiğiniz için...” diye başlıyor. Kerem ise televizyon karşısında hass.ktir çekiyor. Kalkık g.tü devrik haline geri dönüyor. Program bitiyor. Kerem kanalı değiştiriyor. Aslanlar yalnız başına bir zürafa bulmuş, üstüne zıplıyor. Kerem mutfağa gidip bir bardak daha kola alıyor. Yanına sigara yakıyor. Dumanı içine çekiyor.


Her şey televizyon karşısında olduğu gibi rahat mı, dertsiz ve kolay mı?

11 Temmuz 2013

Ben sizi karıştırdım

“Hooop Yeni Rakı!” dedi gözlerime bakarak. Benim gözlerim fal taşı gibi açılmış, onunkiler ise suya dalıp çıkmaktan kıpkırmızı olmuştu; yine de gözlerinin içinin güldüğünü rahatlıkla görebiliyordum. Ben de ona eşlik ettim gözlerimle gülerek. Zira durum komikti. Bir şakadan ibaretti ya da öyle olmalıydı. Elinde 70lik Yeni Rakı ile bana bakıyordu. Yanımızdaki iskeleden çocuklar bombalama üzerime atlıyordu. Rakı adeta bir kupa gibi kuzenimin ellerinde havaya kalkmıştı, hizasındaki Güneş ise yüzüme vuruyordu. Kuzenim ve birkaç arkadaş ile tatildeydik, denize gelmiştik. Tek eksik olan şey kanımıza hücum etmesini istediğimiz alkoldü. O da şimdi kuzenimin elindeydi. Kanım kaynamıştı.

Sayısını unutmuştum, ama kuzenimin gözlerine bakılırsa şişe bulma yarışması zıvanadan çıkmıştı. Biraz daha devam etseydik, kuzenim geri kalan hayatını bir çift kırmızı gözle devam edebilirdi. Güneş tam tepemizdeydi. Acımasızca bizi yakıyordu. Gençlik ateşi, denizden çıkmıyordu. Balık Adam rolünü kuzenim üstlendiği için yardımcısı rolünde hep ben vardım. Uzun eşek oynarken yastık, deve güreşi oynarken üstte, kart oynarken dağıtıcı, acıkınca simit almaya giden ben oluyordum. İçtiğimiz su şişesinin içine kum doldurunca uzun sürecek bir aktivitenin içinde bulmuştuk kendimizi. Başta sığ sularda başlayan macera, açık sulara taşmıştı. Arkamızda bizi gözetleyen bir ailemiz yoktu. Yoksa yarım saat önce kıyıyı neredeyse görmeyecek şekilde açılmamız sonrasında evin yolunu çoktan tutmuştuk bile. Açılmak zaten babaya, dayıya has bişeydi. Sadece onlar denizde o kadar açılabilirdi. Slip mayolarını meydana çıkartıp daldıkları gibi 20 metre deniz dibinden giderek çok havalı bir şekilde denizden çıkarak hızlı kulaçlarla açılırlar ve saatler sonra kıyıya gelerek mangal yakmak için hazırlanmaya başlarlardı. Onların varlığında deniz acıkması mangala dönüşürken, onlar yokken domatesli ve peynirli ekmek arası yanında kola içilir, bazen de bunlara karpuz eşlik ederdi. Ne yalan söyliyim, dayı veya baba veya eniştenin varlığını her zaman seven kişi olmuştum ben. Bütün gün denizde yorulup kıyıda yenen tavuk kanatın, köftenin tadı ayrı olurdu. Şimdi ise hiçbiri yanımızda değildi. Kuzenim ve 70lik Yeni Rakı ile paralel evrende hapsolmuştuk. Rakıya odaklanmış bir kamera ve arkadaki flu görüntü geldi aklıma.

“Nereden buldun oğlum onu?” diyebildim. O da sanki bu duruma şaşırmıştı. “Ne biliyim ya, bi daldım, bizim şişeyi ararken, bu şişeyi buldum. İyi olmadı mı?” dedi. İyi mi olmuştu, kötü mü olmuştu, o an kavrayamadım. Zira gecenin sonunda bu soruyu kendime tekrardan soracaktım.

Tenimiz yanmış, çantada 70lik Yeni Rakı ile eve dönüyorduk. Bütün gün sudan çıkmadığımız için yorgunluktan bitap düşmüştük. Kuzenim bütün yol boyunca eve girme taktiklerini bana aşıladı. Eve 1-1 dizilişiyle girecektik, yani peşi sıra. Böylece yakalanma riskimiz azalacaktı. Kuzenim kapı zilini çalmaktan, rakının evde kavuşacağı gizli bölmeye kadar bana oyun planını anlatmıştı. Elimizde iş bitirici bir forvet (Yeni Rakı) vardı, bu maçı almamız gerekiyordu. Evdeki hesap çarşıya uymaz derler, ama o gün planlarımız istediğimiz gibi gitmişti. Adım adım uygulanan plan sonrasında karşı sahaya geçmiş, forveti kaleciyle karşı karşıya bırakmıştık. Geriye forvetin şutu gole çevirmesi kalmıştı.

Gece olduğunda “biz biraz dolaşcaz” vaadiyle evden çıkıp arkadaşlarla buluşmuştuk. Ellerinde şarap (köpek öldüren), bira (efes tombul) ve biraz da kuru yemiş vardı. O gece ilk kez rakı içmiştim. Bi duble içtikten sonra tadını beğenmeyip “ben şarapla devam edicem” demiştim. Şarabın yarısını içip biraz da bira içmiştim. Müthiş bi karışım yapmıştım. Sonrası bildiğiniz şeyler. Bundan yaklaşık 2000 bin yıl önce Kopernik, Dünya’nın döndüğünü iddia etmiş. Ben de o gün Kopernik’in kesinlikle haklı olduğuna kanaat getirdim. Çünkü Dünya dönüyordu. Hatta oldukça da hızlı dönüyordu. Eve gidip yatağa yatıp sabah kalkıncaya kadar da durduğunu hiç hissetmedim. Bu kadar hızlı dönüşü beni kötü yapmıştı. İlkleri yaşadığım günde, ilk kez de kusuyordum. Kapladığım alanı doldurduğumda, üstüm başım da nasibini almıştı. Nasıl ki Dünya’yı durduramıyorsak, beni de kimse durduramıyordu. O döndükçe ben kusuyordum.

Aynı saatlerde iskelenin üstünde bir adam sinirden kan kusuyordu. Hemen altında suya dalıp çıkan adama bağırdı: Nerede lan bizim şişemiz?. Sudaki adam cevap verdi: Abi vallahi burada yok. Ayağının dibine bırakmıştım soğusun diye. Gitmiş. Çocuklar yürüttü galiba. Boğazlarında kalır inşallah!..

Boğazımızdan geçmişti ama midemizde kalmamıştı. O kesindi.

6 Temmuz 2013

Kan Yazı

Yüzüne haykırdım. "Yazamıyorum diyorum size! Beni anlamıyor musunuz ha?". 

Çok sinematik bir durum oluşmuştu bir anda. Tepkimi düzgün Türkçem ile birleştirince ortaya böyle bir sonuç çıkmıştı. Birkaç saniye kendine gelemedi. Üstüne çeki düzen verdi. Yaka paça tutup sinirle koltuğuna doğru itmiştim onu. Beyaz önlüğünün tek düğmesini ilikledi. Hafifçe ayağa kalktı ve ellerini beline koydu. Anlıyorum, dedi. Anlamadığı gözlerinden okunuyordu. "Bu sık karşılaşılan bir durum. Parmaklarınızı uzatır mısınız?". Ricasını geri çevirmedim, parmaklarımı uzattım. Yeni nesil iki kutu çıkardı çekmecesinden. Parmaklarımı kutulara soktu. Göz göze geldik. 34 saniye boyunca tek kelime konuşmadık. Sadece önlüklü fotoğrafının bulunduğu eski bir çerçevenin yanındaki modern saatten gelen tik tak sesleri sessizliğimizi bozuyordu. Tahmin ettiğim gibi, dedi. Tahminini paylaşmadan önce karşısındaki insana yapılan zulmün cümlesiydi bu. Eeee, diyerek gözlerimi devirdim ve tahmini bekledim. Reklama girmek üzere olan bir yarışmanın heyecanı vardı içimde. Siz... siz yazamıyorsunuz, dedi. Aklım çıkmıştı. Hayır, tahmini sonucu yazamamama değil,  bir saat için ödediğim 255 dolarlık ücrete aklım çıkmıştı. Var olan bir şeyi şu an yeni anlamış, teşhis koymuş ve beni kurtarmış bir tavrı vardı. Yani demek istediğim: Siz yazamıyorsunuz ve hiçbir zaman da yazamayacaksınız, dedi. İşte aklım şimdi yerine gelmişti. Hiçbir zaman yazamamak? Ellerim titredi. Umutsuzca parmaklarıma tek tek baktım. Lisedeyken top çarpıp yamulan orta parmağıma daha dikkatli baktım. Suç onda olabilirdi. Sinirim dinmiş, yerini şüphe almıştı. Doktora bir şey demeden ayağa kalktım, kapıyı açıp çıktım. Sinema sahnesini devam ettirmek istiyordum. Şu an odada bir kamera olsa, açık kapının karesinden benim yavaş yavaş yürüyüşümü ve geri kalan hayatıma duyduğum çaresizliği güzel bir şekilde yansıtabilirdi.

O gün eve gitmek istemedim. Doğruca kendimi Boğaz'a attım. Hava daha yeni aydınlanıyordu. Sürekli aynı şey dönüyordu kafamda. Hiçbir zaman yazamamak. Gözlerimin önündeki perde kalktığında Boğaz kenarında bir kafede oturmuş elimde ince belli bir bardak, çay tutuyordum. Beni kendime getiren şey çayın sıcaklığıydı. Orta ve baş parmağım yanıyordu. Yanmasına izin verdim, bugünden sonra bir işe yaramayacaklardı ne de olsa. Bir yudum aldım çaydan. Rüzgar, deniz kokusunu burnuma getiriyordu. Derin bir iç çektim. Ne yapacağımı düşünüyordum. Şimdi ben bu durumu aileme, arkadaşlarıma nasıl anlatacaktım? -Anne? -Efendim, oğlum? -Bugün doktora gittim, bir daha yazamayacağımı söyledi... Acaba ben mi abartıyordum? Belki de beni normal karşılardı. Olur öyle, der ve giderdi. Yemeği hazırlar, hadi gel yemek hazır diye bağırırdı. İyice içime sıkıntı basmıştı. Eve gitmeme kararı aldım. Hiçbir zaman eve gitmemek.

Yolda amaçsızca dolaşmaya başladım, bütün günümü yürüyerek geçirdim. Gidip doktoru öldürmeyi düşündüm. Sinirim geçmiyordu. Bu hastalığı benden başka sadece o biliyordu. Onu ortadan kaldırmalıydım. Böylece sorun çözülürdü. Her şey aniden oldu. Dönüp koşmaya başladım. Cebimde bir kalem vardı. Yazdığım günlerden kalma eski bir kalemdi bu, iş görür diye düşündüm.

Doktorun kapısını yavaşça çaldım. Kalbimin ritmi ile kapıya vuruşum hiç örtüşmüyordu. Profesyonel bir katil gibi hissettim kendimi. Soğukkanlılığımı koruyordum. Birkaç saniye sonra kapı açıldı. Doktor beni karşısında görünce oldukça şaşırmıştı. Üzerindeki önlüğü çıkarmış, sivil kıyafetlerini giymişti. Mesai bitmişti anlaşılan. Bir yere mi gidiyorsunuz Doktor Bey? Sizinle işim henüz bitmedi, dedim. Cebimdeki kalemi çıkartıp boğazına sapladım. Gözleri kocaman açıldı. Zorlukla boğazındaki kalemi tuttu. Yavaşça aşağı iniyordu, dizleri boşalmıştı. Nefes alamıyor, boğazından adeta kırmızı bir şelale akıyordu. Dizlerinin üstüne düştü. Kapının eşiğinde can çekişiyordu. Sırrımı boğazına gömmüş, kanının akmasını izliyordum. Kanı aktıkça yazdıklarım birer birer siliniyordu defterlerimden. Kelimeler uçup gidiyor, kayboluyordu. 3 dakika 50 saniye boyunca bacaklarımı tutarak nefes almaya çalıştı ve can çekişti. Yazamama suçunu ona atmıştım. Yer, kan gölüne dönmüştü. Görüntü karşısında parmaklarımdan kan çekildiğini hissetmeye başladım, akanın parmaklarımdan gelen kan olduğunu anladığımda doktor çoktan ölmüştü. Vücudumu, doktorun yanında buldum. Yanına kıvrılmıştım. Parmaklarımdan başlayarak bütün vücudum kana karışıyordu. Yok oluyordum. Doktorun gözlerine baktım, sonra da yok olan parmaklarıma. Şimdi onu anlamıştım. Son nefesimde ise onu onayladım. Hiçbir zaman yazamamak.

28 Nisan 2013

Zzzz

Yolculuk nereye diye sordu(sana ne bilader). Ben bi yere gitmiyorum, kuzenim askerden gelecek, onu karşılamaya gidiyorum(soruyu sevmediğimden ikinci bir soruya maruz kalmamak için uzun açıklamalı cevap verdim). Yine taksici sendromu yaşıyordum. Aylarca geliştirdiğim en büyük taktik olan arka koltuğa oturup taksiciye “sen şoförsün, arabayı sürmen yeter” telkinlerim bu sefer işe yaramamıştı (acaba bende mi sorun var? Taksiciyle, berberle, bakkalla hizmetinden öte muhabbet etmek benim canımı sıkar). Dikiz aynasını düzeltti ve kaçta gelecek diye sordu (eşşeen z.kinde gelecek). Sıradaki soruyu tahmin edebiliyordum: nereden geliyor. Yüz bulursa acemiliği nerede yaptıya kadar gider bu muhabbet diye düşündüm. Cevaba karşılık “ben de askerliği şurada yaptım” lafına hiç girmiyorum. Yedide iniyor, dedim. Yedide inemez, dedi (pardon?). İnemez diye tekrarladı, başını iki yana salladı. Hava trafiği çok kötü diye ekledi. Şu an havada mıyız yoksa yerde miyiz diye camdan dışarı baktım. Zira kendisini pilot sanıyordu. İnemez derkenki z'yi uzatarak “trafik bizim işimiz abicim” havası veriyordu. Dün havaalanında rekor kırılmış, 1140 tane iniş-kalkış olmuş, inanabiliyor musun diye sordu (inanamıyordum, çünkü rakam 1137'ydi). Evet duydum, dedim. Belki de eskiden pilot olduğunu (yok ebesininki artık pilotluktan taksiciliğe) ve yaşadığı inanılmaz hava olaylarını bana anlatacaktı, izin vermedim, telefonuma sarıldım. Daha yol uzundu. Yarım saatlik radyasyonu bir takım anılara tercih etmiştim. Havaalanına vardığımda kulağım kıpkırmızıydı.

Başkasının işine karışmak ya da ona işini öğretmek hele ki bunu toplum içerisinde yapmak karşıdaki insanı hayattan soğutabilir, onu küçük düşürebilir. Biz yazarlar (tamam bloggerlar diyelim) bu tür olaylara fazla maruz kalıyoruz ki, aslına bakarsanız, tam tersi olsaydı yaşadığımız olaydan ekmek yiyemezdik. Ondan yazı çıkmazdı. Nerede ezilmişlik, dayak yeme veya birine çok kızıp bişe yapamama, eve gidince koltukları dövüp o kişiye ana avrat sövme varsa orada yazının okunmasına teşvik vardır. Gidip adamı dövsek iğrenç, kaba insanlar olurduk. Zaten birini dövdüm diye yazı yazmak da enteresan olurdu (uzattım evet) . Neticede kavga etmeyen veya etmek istemeyen insanlarız (götü yemeyen de denir).

Bütün aile salonda oturuyordu. Baklava-şöbiyet-fıstık sarma (kombosu) eşliğinde ağızlar şapırdatılıyordu. Tatlıları yiyip yiyip üzerine su içiyorduk. İki küçük kuzenim ise halının üstüne oturmuş, gözleri salonun ortasındaki televizyonda, playstation oynuyordu (futbol genelde son ses açılıp oynanır, kısıldığı tek an ise misafirin geldiği zamandır. Genelde annenin ısrarıyla televizyonun sesi kısılır ve küçük çocuklar da misafire nefret besleyip gitmeleri için dua ederler. Gelecek nesil misafirperver olmayacak. Türkler çok misafirperver diyen bi İngiliz, bi Alman göremeyeceğiz). Arada çıkan “hadi bee”, “ulan nası girmez”, “ronaldoooo” gibi nidalara kulağımız alışmıştı. Alışamadığım tek şey ise komşunun oğlunun kuzenlerimin oynadığı oyuna müdahale etmesiydi. Kaçan gollere Fatih Terim mimikleriyle karşılık veriyor, hatta bazen ayağa kalkıp elleri belinde golü kaçıran kuzenime cık cık yapıyordu. Çok dayanamadı, maçın ilk dakikasında kaçan penaltının üzerine, 90+3'teki penaltıyı kullanmak için kulübeden çıktı, beyaz noktaya doğru yürüdü. Ver len şu kolu, penaltı nasıl atılır gösteriyim, penaltı öyle atılmaz, dedi kuzenime. Atılmaz derkenki z’yi uzatarak “ben eski topçuyum” havası veriyordu. Dediği gibi de topu 90’a attı (90’a taktı veya 90’a çaktı da denir). Kolu verip yerine oturdu. Eğer ki dolar simgesi gibi "helal lan" için bi simge olsaydı, babasının gözünde onu çok net görebilirdik. Kuzenim, komşunun oğlu sayesinde bu geceki ilk galibiyetini almıştı. Pek adil bi galibiyet değildi gerçi. Golü yiyen kuzenim ise mağlubiyeti kaldıramamış, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ayağa kalktı ve sen ne karışıyosun ya diye bağırarak komşunun oğlunu tepeledi (bildiğin dövdü evet). Olay basit bir futbol maçından aile kavgasına dönmüştü bir anda. İki takım sakinleşti ve hakemin onayıyla (anneannem) takımlar soyunma odalarına yollandı. Hayatımda ilk defa bir kavgadan memnun kalmıştım. Her İşe Karışan'a ağzının payı verilmişti.

17 Nisan 2013

Kenya Suyu

Döndü, ters ters bana baktı. Gözlerinin içinden “hayırdır bilader?” yazısı okunuyordu. Gözlerimi normalinden bir saniye daha fazla kırpıp (halk arasında “evet” anlamı taşır) gülümsedim. Önüme döndüm. Bir Bulutsuzluk Özlemi şarkısı gibi “Denizimden kaaaç!” diye bağırmak isterdim adama; ama bağıramadım. Kamil Koç'un televizyon kanalı olarak belirleyip sistemine yüklediği Fox Tv'yi izlemeye devam ettim. Ortam durulunca yanımdaki adam da Ahmet Hakan'ını okumaya devam etti. Boylu boyunca uzanan boğaz manzarasına, Kız Kulesi'ne, yalılara, martılara tenezzül edip bir bakış bile atmıyordu. Bir İstanbul Beyefendisi miydi acaba? Dönüp gözlerimin içine baksa “havan kime koççum” yazısını net okuyabilirdi. Köşe yazısını bitirip diğer sayfaya geçerken gözleri masmavi denizle buluştu. O an ben de kendimi boğazın serin sularına atmıştım. O koşarken elini kavrayıp birlikte atlamıştık denize. Ben nefesimi ondan daha fazla tutabiliyorum ki herhalde, adam çoktan denizden çıkmış ve bana “s.kecem belanı ha! Ne denizmiş arkadaş! Neyine hayran kalıyorsun ” der gibi bakıyordu. Belki de diyordu. Kulağımda kulaklık olduğu için o anda “eviniz sizin üstünüze mi? Çocuk probleminiz var mı?” gibi sorularla adamın ağzından çıkanın aynı senkronda olmadığını fark ettim. Kulaklığı çıkarıp “pardon” dedim (genelde Avrupa görmüş insanların sık sık kullandığı ama nasıl olmuş da “paaardooon” şeklini almış bilmediğim bi tür kibarlık içeren özür dileme kelimesi). Nihayet köprüyü geçmiştik. Güzelim boğaz bir çırpıda bitmişti. Yalılar boş, martılar öksüz kalmıştı. Programdaki kadın, taliplisine geldiği için teşekkür ediyordu.

Denizin hiçbir değeri yok muydu o adam için, bilmiyorum, eve geldiğimde saat 12'ye geliyordu. Yorgunluk, açlık ve susuzluk beni yıpratmıştı. Gelir gelmez mutfağa geçtim. Ev içerisinde herkesin bir görevi vardır, bilirsiniz. Bunlar yazılı olmasa da herkes tarafından bilinir. Mesela evi havalandırmak annenin, televizyon kumandasının pillerinin çalışıp çalışmadığını kontrol etmek babanın, çok klasik olarak ekmek almak da çocuğun (ki genelde eve gelmeden önce anne tarafından uyarılıp senkronize bir şekilde bu iş yürütülür) görevi olarak kabul edilir. Benim ekstra olarak bir de evin kombisi bozulduğunda teknik servisi arama, su bitince sucuyu arama, canlar lahmacun isteyince lahmacuncuyu arama gibi bir görevim daha vardı. Mutfakta pompası yan yatmış damacana ile karşılaştığımda boğazımdan “guğğrp” diye bir ses geldi. İçeride yutkunmaya yetecek tükürük bile yoktu. Evde olmadığım bir haftalık süreçte su bitmiş, tazelenmesi için benim gelmem beklenmişti. Odama geçtim. Gelirken Kenya'da bavula attığım su şişesi gözüme ilişti. Çöldeki bir vaha gibiydi. Kenya olduğunu niye mi belirttim?

Anne o ne içiyor, diye sordu komşunun kızı. Annesi “su içiyor kızım işte” dedi. Farklı ama o, dedi çocuk. Yanıma geldi. O ne, diye sordu. Su, dedim. İnanmamıştı. Suya bir anlam yüklemezsem bugün aileye uyku yoktu sanırım. Kenya suyu, dedim. Gözleri parladı. Ben Kenya diyince kafasında nasıl bişe oluşmuştu çok merak ettim. Sonuçta ben gidip gelmiştim. Okyanusu, develeri, zencileri her şeyi görmüştüm. (Kenya bu kadar evet) Elimde tuttuğum su, öyle bir köşede kalmış su şişesinden öte bişe değildi. Çantamdan ikinci su şişesini çıkarttım. Al bu da senin olsun, dedim. Kenya suyuuu, dedi. Kapağını yanlışlıkla açıp yere döksem yerdeki suyu havluyla toplayıp şişenin içine geri sıkacakmış gibi bir havası vardı. Ben ona şişeyi verirken küçük kardeşi de yan odadan bize bakıyordu.

2 hafta sonra komşunun çocuğunu sokakta şişeyle gördüm. İçi hala yarısına kadar doluydu. Etrafında toplanan çocuklar gıpta ederek şişeyi inceliyordu. Sınıfta sükse yapmış, bir Afrika fatihi olmuştu herhalde. Kardeşi ise, kendisine Kenya Suyu getirmediğim için bana biraz dargındı. Duyduğuma göre ablası uyurken suyu içmiş, içine damacanadan Türkiye Suyu koymuştu. Bunu yaparken de annesine yakalanmıştı. Ne suymuş arkadaş, dedim. Neyine bu kadar hayran kalıyorsunuz.

5 Nisan 2013

Geliyorum merkez

Gençlerin kafalarında fosforlu bandanalar, bileklerinde envai çeşit bileklikler, altlarında janjanlı şortlarla bir oraya bir buraya zıpladığı voleybol oyunlarına yaraşır; sahilde gezinen bazı çocukların ellerinde dondurma yaladıkları, bazılarının mısır yediği; babaların bebek arabalarını dışarı çıkardığı; annelerin su kenarı mangal sefasına köfte hazırladıkları; Rayban, Police, Bvlgari gözlüklerin ortamda boy gösterdiği; çiftlerin ellerinin terlediği; buz gibi bir Erikli suyunun içimizi ferahlattığı muhteşem bir hava vardı dışarıda ve ben İstanbul trafiğindeydim. İşten eve dönüyordum. Takım elbisem kendi kendine bedenimden ayrılıp denize atlamak istiyordu. Sarıdan bozma turuncu bir taksinin arka koltuğunda, yanımda bir kadınla, önümdeki dikiz aynasından bıyıklarından başka bir şeyini seçemediğim taksiciyle bunaltıcı bir trafikteydim. Taksiciye gideceğim yeri söyler söyleyemez taksi “benzinlik boş” direktifiyle yerinden kalkmış ve ani bi frenle durmuştu. Çünkü aynı yöne gitmek isteyen bir kadın tarafından ele geçirilmişti. Bıyıklar baş kaldırmış, “kadııınnn kadıınnnn” düşüncesi beyne hükmetmişti(ya da ben abartıyorum). Bana sorulmadan içeri alınan kadına ilk dakikadan nefret beslemiştim zaten. Aramızdaki ilişkiyi ilk dakikadan bire takıp boşa almıştım, tıpkı taksicinin kadına az önce yaptığı gibi. Benzinlikten ayrıldık, yoncayı döndük. Süregelen sessizliğimizi telefon kırması telsiz bozdu. “Kpşşşttt kavşak boş kpşşştttt boşta araç var mı beyler?”. Telsizi alıp “boş araç olsa bu yanımdaki kadın burada olur muydu lan?” diye bağırmak istedim. Yanına yolcu oturmuş business class yolcusu gibiydim, bi an kendimden tiksindim; ama sonra geçti. Kadını istemeyişim aitlik hissiyatıma bağlıydı. Bu taksi benimdi, başka kimsenin olamazdı.

Kadın, benim evime gelmeden iki sokak önce inecekti. Bu huzursuz birlikteliğimizin bitmesine az kalmıştı. Keyfim yerine geldi. Önümde uzanan iki sokaklık sükuneti kucaklıyordum. Telsiz düşlerimi öldürdü. “Beyler boş araç var mı kpşşşttt”. Bizim taksici eline telsizi aldı: Ben boşalıyorum.. O an acaba benim mi içim fesat, diye düşündüm. Yoksa şu an taksicinin kullandığı cümle konuyla birebir örtüşüyor muydu? Yanımda oturan kadınla ilk kez göz göze geldik. Tek fesat ben değilmişim, diye düşündüm. Taksici tekrarladı: Merkez ben boşalıyorum.. Cümlenin tekrarı rahatsızlığımızı artırdı. Kuleden iniş izni isteyen kaptan gibi, merkezden boşalma izni istiyordu. Merkez ile aralarında geçen bu ilişkiye alet olmaktan canım sıkılıyordu. Neyse ki bilerek yapmıyor gibiydi. Yoksa şu seviyede bir insan olamazdı: “beyfendi biletiniz varsa bana da basar mısınız?” ya da “beni de götürür müsünüz?”. Bu seviyede değildi. Yanımdaki kadının yanakları kızardı hafiften. Ben de taksicinin bu bilinçsizliğine katıla katıla gülmek istiyordum ama kendimi frenliyordum. Kadın da bana destek çıkmak istedi herhalde “ben burada ineyim” dedi. Hepimiz frenlendik böylece. Daha kadının ineceği sokağa gelmemiştik. Erken inmek istemişti. Bir an “ben de iniyim” dedim. Adamın deyişiyle “boşalmasına” yardımcı oluyorduk. Bunu yapmamıza o sebep olmuştu. Hayatımızda “erken boşalmak” büyük bir sıkıntıyken, bu durum taksici için mutluluk kaynağı olmuştu. Taksiden indik. Tahminimce taksicimiz biz iner inmez merkeze müjdeyi vermiş ve erken boşaldığı için kavşağa doğru ilerlemişti. Bu haberden merkez de memnun kalmış olmalıydı. İki tarafın da memnun olduğu ender durumlardan birine şahit olmuştuk.

Evime daha dört sokak vardı. Kravatımı ve gömleğimi dışarı çıkarttım. Yürümeye başladım. Zira hava çok güzeldi. Aileler mangal yapıyor, gençler voleybol oynuyor falan.. Biliyorsunuz işte. Bana tekrardan yazdırmayın..

31 Ocak 2013

Oranjepoeder

Senin yaşın kaç delikanlı, diye sorarak yüzüme baktı. Şişe dibi gözlüklerinden eciş bücüş gözlerini zar zor görüyordum. Yirmi üç, dedim. "Daha çok gençsin" muhabbetinin eşiğinde olduğumun farkındaydım. Ağzı yarım açıldı, göbeğini sakladığı elleriyle bi "heey heey de heey" hareketi yaptı uzaklara bakarak. Zira cam kenarında oturuyordu. Önünde uçsuz bucaksız bulut kaplı bir görüntü vardı. Ortam onun lehineydi. Göbek ortada, gözler ırak, eller havadaydı. Akabinde beklenen oldu. Daha çok gençsin, dedi. Yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı. Sanki onu yaşlandıran bendim. Tam 35 senemi verdim ben buraya, dedi. "Buraya" derken sığamadığı koltuğu kastetmiyordu herhalde. Ne gençler var, ne kulüpler, neler var burada, diye iç geçirdi. Olayın Amsterdam'a bağlanmış olmasından memnundum. Hiç gezdin mi çıkabildin mi diye sordu. Hayır, dedim. Çık bi gez gör bak, benim gençliğim burada geçti, ahh ahh diye yine iç geçirdi. Benle konuştukça kahroluyordu. Teyze, altın gününe gidip pasta börek açan, faturalarını torunlarına ödettiren, ekmek almaya gidince bakkalın "oo teyzecim nasılsın ver elini öpem" diyebileceği, sokağın ana teyzesi kıvamında bi görüntüsü vardı. Acaba altın gününde Emma'nın koltuğuna döktüğü Merlot şarabı ya da torunu Lars'ı Gouda peyniri alması için bakkala yolladığında bütün parasıyı gidip likörlü çikolataya verip kafayı bulmasına mı kızmıştı diye düşündüm. Böylesine güzel, sessiz sedasız, sarışın bir ülkenin toprakları teyzemi nasıl bitirmişti? Belki de bir haftadır Türkiyemin bozkır topraklarında dolanırken yiyemediği Magic Mushroomlar teyzemin başını ağrıtmıştı. Sinir stres yapıp beni kurban seçmişti ve tsunami dalgaları gibi içinde bulunduğu depresyon haline beni de sürüklüyordu. Fırsatım olursa gezicem, dedim teyzeye. Bir yandan bana "gez" telkini verirken, bunun "gez de gör ebeninkini" vurgusunda olduğunu seziyordum. "Heey heey de heey" elini indirdi, parmağıyla göstererek "oranjepoeder" alayım, dedi. 35 sene, portakal suyunu ne hale getirmişti.

6 Ocak 2013

Eski toprak

Önümde çok zor bir görev var.
Zorluk seviyesi: 9/10
Elemanlar: anneannem, ben, bir iPad ve 20 lira
Konu: teknolojinin beyne nüksetmesi

Elime 20 lira tutuşturdu. Al burdan al, dedi. Bi paraya baktım, bi anneanneme baktım. Bişe diyemedim. Parayı aldım elinden, ekranda bişeler yapıyormuş gibi davrandım. Gitti yerine oturdu. O an elimdeki şu kağıt parçasının iPadin şarj yerinden adeta bir atm para giriş bölümü gibi çekip alınmasını istedim. Gözlerimi anneanneme kaydırdım, bana bakıyordu. Belli ki parayı verdim hani benim biletim bakışıydı bu. Hallediyorum ben tamam, dedim. İçimde bir savaş veriyordum. Ya çaktırmadan kredi kartı numaralarımın hafızamda kaldığı kadarıyla bu işlemi bitirecektim ya da her şeyi ona anlatacaktım. Zor bir görev vardı önümde. İkincisini tercih ettim.

Oğlum şu deniz otobüsü saatlerine bi bakıver, dediğinde tehlikenin farkında değildim. Ne düşünüyordum acaba? Şu saatlerde varmış deyip odama gidip sonra da kitabımı okumaya devam edecektim sanki. Akşam 6 buçukta varmış, dediğimde elime tutuşturmuştu parayı. Zaten dümdüz bir ekrana dokunmam garibine gitmişti. Her şeyi yapabileceğimi düşünüyordu bu aletle. Hallediyorum ben tamam, internetten alacaz bileti dedim. Gidince de çıktısını alırsın, dedim. Çıktı kelimesi buraya pek oturmamıştı sanki. Yani bileti, dedim. Hala elimdeki paraya bakıyordu. Böyle olmuyor kredi kartı ile alacaz diye söze devam ettim. Bilet yok, para duruyor, kredi kartı numaraları bir ekrana yazılıyor ve çocuk sürekli hallediyorum ben tamam diyor. Her şeyi anlattım. Sonuç: yemedi. Annen gelince alırız o zaman, dedi. Gurp diye bi ses çıktı boğazımdan. İncinen gururumun sesiydi bu. Çok şüpheci davranmıştım sanırım, eski toprak dilinde haytalık yapıyordum. Ok, dedim. O da pek oturmamıştı sanki ama düzeltmedim. İncinmiştim çünkü. Yenikapıya gidip bileti alıp gelip "ahanda biletin" demek isterdim. Parasını geri verdim. iPadi camdan aşağı attım. Gittim kitabımı okumaya devam ettim