21 Nisan 2015

Salt

Soğuk su önce boynuma çarpıyor, tüylerim diken diken oluyor. Sıcak vücudum, bu çıkagelen soğuk suya henüz alışkın değil, içim ürperiyor. Kafam hâlâ meşgul. Gözlerimi kapattığımda kendimi Sorrento’da ayağıma çarpan dalgalara bakarken buluyorum. Huzuru kovalıyorum. Su bir anda ısınıyor ve suyun altından kaçıyorum. İçi su dolu ufak bir tenceredeki kurbağa gibiyim. Tencerenin altında kısık ama istikrarlı yanan alev, suyumu ısıtıyor; lakin ben bunun farkında değilim ve yandığımı görmekten acizim. Buharlar yayarak gidere süzülen suya takılıyor gözlerim. Su, saatin ters yönünde kayboluyor gözlerimin önünden. Evet, çok uzaklarda, Dünya’yı ayıran o hayali çizginin güneyindeyim ve Coriolis, bulduğu bu fikriyle bana banyomda eşlik ediyor. Bazı şeyler kafamdan hiç gitmiyor. Bornozumu sırtıma asıp kollarımı içeride saklıyorum. Derebeyi gibiyim. Aklıma Bahadır geliyor. Ranzada yatıyorum ve o içeri giriyor. Beyaz bornozu üzerinde. Her erkek gibi banyodan çıkarken saçlarını havaya dikmiş, bana gülümsüyor. Yine güneydeyim; lakin bu sefer çizginin kuzeyinde, hayatımın tam da ortasındayım. “Bornoz gibi bir rahatlık var mı ya? Bak giyiyorsun, üşümüyorsun, mis gibi, rahat, şuna bak!” diyor Bahadır. Kollarımı bornozumun içinden geçirirken Bahadır’ı düşünüyorum. Hasta Beşiktaşlı. Kombine bilet alabilmek için çalışmaya gelmiş. Kimisi ekmek parası peşinde, o ise aşk peşinde.

Yatağıma uzanıyorum, havada bir sıkıntı var, “havanın ardı bozuk”. Babamın fıkrası geliyor aklıma. Bazı şeyler kafamdan hiç gitmiyor. Gülümsüyorum. Meyve tabağı yapıyorum kendime. Hepsi de serinletici ve sulu sulu meyveler. Az önce yanan vücudumun içten içe acısını alıyorlar sanki. Kendimi rahatlamış hissediyorum. Muzu soyuyorum, “sana wafflecı gibi muz dilimliyim mi?” diye soruyor Efe. Dilimle bakalım, diyorum. Muzun kabuğunun yarısını çıkartıyor ve bir bıçak yardımıyla yatay şekilde ince ince dilimliyor muzu. Hoşuma gidiyor; ama bu sefer muzu ısırarak yiyorum. Kabuğunu da yatağımdan çöp tenekesine fırlatıyorum. Tam isabet!

Yatağımda öyle uyuyakalmışım. Her yerim uyuşmuş ve üşümüşüm. Bornoz hâlâ üzerimde ve ayaklarım buz gibi. Zar zor kalkıyorum ayağa. Boynum tutulmuş. Üstümü giyip bilgisayarımı kucağıma alıyorum. Şifre istiyor. İlkinde yanlış giriyorum. Niçin bu kadar uzun şifreler kullanıyorum sanki? Neyse ki ikinci denemede şifremi doğru girebiliyorum. En azından kod girmek zorunda kalmadım. Öyle olsaydı onu da başaramayacağımı çok iyi biliyorum ve iyi de hatırlıyorum o ezik büzük harfleri ve sayıları girmenin ne kadar zor olduğunu. Sıfır mı yoksa “o” harfi mi belli olmayan karakterler. Muhtemelen yine yanlış girecektim ve Gökhan diyecekti ki “ohoooo daha şuradaki 4 karakteri doğru yazamıyorsun, bırak kardeşim şu klavyeyi”.
Uzun süre işlerimi yapıyorum bilgisayarımda. 3 saat 14 dakika olmuş. Zaman ne çabuk geçiyor. Gözüme masamdaki not takılıyor. Kız arkadaşım çıkmadan yazmış. Yazısına bakıyorum. Bazı şeyler kafamdan hiç gitmiyor. Yazın ne kadar güzel diyor kadın. Teşekkür ediyorum. Yazımı beğenmesi hoşuma gidiyor. Bir dahaki sefere farklı bir yazı stiliyle karşısına çıkmalıyım. Böylece katilin ben olduğumu anlayamazlar. Donnie Darko. 2001.

Dediğim gibi, kafam hep meşgul ve onlar hep kafamda, benimle yaşamaya devam ediyorlar.