31 Ağustos 2011

Dokunmaya korktum

Uzun uzun sevgilisine baktı. Yanında mışıl mışıl uyuyordu. Boynuna yaklaştı ve kokusunu içine çekti. Gözlerini kapattı istemeden. Sanki bir rüyadaydı. Bütün güzelliğiyle önünde uyuyordu sevgilisi. Onu uyandırmadan başını tekrar yastığa koydu, uykuya dalmadan son bir kez daha baktı sevgilisine. Sadece baktı, ona dokunmaya kıyamadı, kalkar diye korkusundan dokunamadı.




Akşam serinliğinde yürürken bir dükkanın önünde durduk. Babam dükkana girdi, ben dışarda bekledim. Karanlık caddenin işleyen dükkanında bir gökkuşağı adeta bana bakıyordu. Biraz sonra kafasını eğdi, anlamlı anlamlı bakış attı bana. Kafesine çekti beni, renklerinin sıcaklığıyla ona yaklaştım. Derken bir çocuk geldi koşa koşa, arkasında da babası gülümseyerek belirdi. Çocuk tam kafesin önünde durdu. İlgili gözlerle ona baktı. Elini kaldırdı ama dokunamadı kafese. Babasına döndü:

- Baba onun adı ne?
- Bilmiyorum oğlum. İstersen sen bir isim verebilirsin.
- Verebilir miyim gerçekten?

Çocuk çok mutluydu, biraz düşündü ama aklına isim gelmedi. Daha dokunmaya korktuğu bu şeye isim bile veremiyordu. Kanatlarını sevmek istiyordu, renkleri çok hoşuna gitmişti ama yapamıyordu. Tekrar babasına döndü:

- Baba dokunsam bişe yapar mı?
- Yok oğlum yapmaz. Hadi git de dokun.
- Korkuyorum! Önce sen dokun, hadi sen dokunsana!

Babası kafesle olan uzaklığından memnundu, daha fazla yaklaşmak istemiyordu. Bir yandan da oğlunda korkak baba imajı yaratmak istemiyordu. Oğlunu yanına çekti ve:

- Boşver oğlum, rahatsız etmeyelim. Hem bak ne kadar da güzel renkleri var. Dokunmaya kıyamam ben ona.

Çocuk ikna olmuş gibiydi. Babası onu omzuna aldı ve yoluna devam etti. Şirin yaratık bana bakmaya devam ediyordu, biraz yaklaştım yanına ve gülümsedim.

Ne kadar güzelsin, insan sana dokunmaktan korkuyor, insan sana dokunmaya kıyamıyor.

28 Ağustos 2011

Yok oluş

Duvara yansıyan mum ışığı gecede benimle dans ediyordu. Rüzgar hafif hafif odama süzüldü, duvarım alevlendi, ruhum dalgalandı. Odam hareket etmeye başladı, başka bir şehre doğru yol alıyordu. Yönümüzü kaybetmiştik, başım dönüyordu. Birden yer sallandı, pencereden dışarı baktım. Şehre taşlar yağıyordu.


Başım çatlayacak gibi, yolda zor yürüyorum. Sevgilimi başka bir adamla görüyorum. Oracıkta adamın bağırsaklarını söküyorum. Kanlar içinde yere yığılıyor adam. Bağırsaklarının yanında usulca yatıyor. Gözleri bana kenetlenmiş, son nefesiyle bir şeyler söylemeye çalışıyor. Söyleyemeden gözleri kapanıyor. Sevgilim şoka girmiş, hala aynı yerde duruyor ve elimdeki bıçağa bakıyor. Olanların farkında değilim, bıçak elimden kayıp düşüyor.

Başka bir sokağa sapıyorum. Tinerciler ateşin başında ısınmaya çalışıyor. Hava çok keskin, ellerim uyuşuyor. Bu sadece soğuktan olmalı. Ellerim sadece soğuktan uyuşuyor olmalı. Ateşin dibinde genç bir çocuk var, kolları mosmor. Aldırmıyor bu duruma, uyuşturucu kullanmaya devam ediyor. Gözleri kapanıyor yavaşça, artık kendi düşlerinde yaşıyor.

Yola çıkmamla bir fren sesi duyuyorum. Sokak kedisi havada taklalar atıp yere düşüyor. Kendini kaldırıma atıyor ve oraya yığılıp kalıyor. Yanına koşuyorum, nefes almıyor. Gözleri kapalı yatıyor. Kapkaranlık sokaktaki tek renk de solup gidiyor.

Odama giriyorum, dolaptan bir içki alıyorum, yatağa atıyorum kendimi, gözlerimi kapatıyorum. Düşlerimde öldürüyorum kendimi. Arkamdan üzülen biri yok, ölümüm 19 gün sonra anlaşılıyor. Yatağımda ölü buluyorlar beni. Telefonumu alıp rehberime bakıyorlar, tek bir kişi var, o da sevgilim. Arıyorlar, cevap veren yok. Hiçbir zaman cevap vermedi zaten.

Gözlerimi açıyorum, içkim yere düşmüş, hiçbir şey göremiyorum karanlıkta. Mum yakıyorum, ışığı duvarımda dans ediyor. Keyfim yerine geliyor. Pencereyi açıp hava alıyorum biraz. Hala başım çatlayacak gibi, her şey etrafımda dönüyor sanki. Yer sallanıyor, yataktan zıplıyorum. Gökten taş yağıyor. Biri yan binaya düşüyor. Bina sallanıyor, bana göz kırpıyor. İvme kazandıkça gürültüyle üzerime doğru geliyor. Gözlerimi kapatıyorum. Bina üzerime geliyor!

Bıçağın yere düşünce yarattığı o rahatsız edici sesi geliyor kulaklarıma. Ateş alev alev parlıyor. Ayaklarımın dibinde bir kedi miyavlıyor ve içkim içimi ısıtıyor. Ben ölüyorum.

26 Ağustos 2011

Onların Eyfel Kulesi Varsa

Aniden televizyonun görüntüsü gidip gelmeye başlıyor. Kalktım bir baktım ki dumanlar çıkıyor aletten. Ardından da keskin bir koku yayılıyor odaya. "Koşun koşun! Mehmet Ali Erbil yanıyor!"

Anaokuluna pek gittiğim söylenemez. Teyzem öğleyin uyandığı için beni de yanından ayırmazdı, “uyu boşver” derdi, benim de işime geldiğinden uyumaya devam ederdim, ama annemin gelmesiyle işi değişir, o sıcacık yataktan mecburen kalkardım. O zamandan alışkanlık olmuş işte, ne zaman kahvaltı etsem televizyon önümde açık olur, vurdulu kırdılı filmleri izlerdim. O zaman çizgi film izlediğimi hiç hatırlamıyorum. Varsa yoksa Jackie Chan, Van Damme.

Şimdi de kahvaltı ettiğim söylenemez, evde kimse yoksa hazırlamam öyle tek başıma. Benim yemek yemem de yemek hazırlamaktan öte ne izlesem diye düşünmemden dolayı uzun sürer. Üşenip bilgisayardan bir şey ayarlamazsam eğer, gider televizyonu açarım, beğendiğim bir şey bulursam, onun reklam arası vermesini beklerim. Böylece ben tam yemeğimi hazırladığımda program da başlamış olur.

Akşam 8 civarı, geleneksel yemek saatimiz. Yemekler salona taşındı ve televizyonla senkronize edildi. Tam yemekten bir kaşık alcaz, aniden televizyonun görüntüsü gidip gelmeye başladı. “Noluyor ya” diye annemle birbirimize baktık. Kalktım bir baktım ki dumanlar çıkıyor aletten. Bildiğin nargile kaçmış televizyonun içine. Ardından keskin bir koku yayıldı odaya. Direkt fişini çektim ama olan olmuştu. Koku biraz geçtikten sonra fişi taktım tekrardan. Nargile keyfi devam etti.

İşin ilginç tarafı 2 yıllık garantisini dolduralı 3-4 ay olmuştu. Bu televizyonlar özel yapım. 2 yıl sonra bozulmaya ayarlanıyor.

Bunun üzerine servisi aradık tabi ki, hafta başından beri bize dönmelerini bekliyoruz, tamiri bayram sonrasına bırakmak için herhalde bugünü uygun gördüler.


Kapı çaldı gittim açtım. İki bilişim uzmanı, teknisyen tadında adam geldi. Öncesinden hazırladığım terlikleri çöpe attırır nitelikte galoşlarıyla gelmişler. İlk defa böyle bir hizmet görüyorum. Bizim elektrikçi Hüseyin Abiyle aynı terliği giymek istemeyerek bu iki teknisyen ve süper insan tadındaki mahluklar, gözümde iyice büyüdü. O derece ki adamları buyur ettim. “Buyrun bu tarafta” dedim, anlatabiliyor muyum? Adamlar televizyonun yanına gittiler, iki sağa soluna baktılar, olayı anlattım, “bu alet servise gidecek evet” dediler, sonra da biri kağıda bir şeyler yazmaya başladı. Diğeri de oturdu, evi inceledi. Birkaç sene önce anneme Eyfel Kulesi'nin tablosunu almıştım seviyor diye, adam ona bakmaya başladı. “Bunun orijinal boyu ne kadardır?” diye sordu. “Bilmiyorum” dedim. “Tam bir taş yığını” dedi. Evet dercesine kafamı salladım. Hayatımda hiç yurt dışına çıkmadım ben, sadece internetten gördüğüm kadarıyla dünya hakkında bilgi sahibiyim ama şöyle bir cümle kurdum: “Paris'te de bu kuleden başka hiçbir şey yok, sokaklar falan gayet normal yani” dedim. Adam da evet dercesine kafasını salladı. Anladım ki o da benim gibi İstanbul'dan öteye gidememişti. Daha da kötülemek istedi bilmediği bu kuleyi ve şöyle dedi adam: “Onların Eyfel Kulesi varsa bizim de Atakulemiz var gardaş” O an adamlar hakkındaki kafamda yarattığım imaja bir tespih eklendi. Sonra bir Doğan görünümlü Şahin. Sonrasında da Namık belirdi. Birlikte “gır gaşıkları!” diye bağırarak dans ettiler. Biz ne zaman bu kadar yakınlaştık da gardaş oldum be adam? Buradaki gardaş tamamen Ankara'nın ruhunu yaşatmaya yönelik kullanılmıştır diye düşünmek istedim sadece. Bunun üzerine “ehe mehe” diyebildim. Hemen arkasındaki Van Gogh tablosunu görmediğine sevindim adamlar kapıya yönelirken. Haşır huşur galoş sesi eşliğinde kapıdan çıktılar “haaaydi kolay gelsin” dedim adamlara. “Eyvollah” diye cevap verdiler.

Gittim tabloya baktım. Kulağıma kaşık sesleri geliyordu.

25 Ağustos 2011

Biz sizi öyle sanıyorduk?

Meşhur bir video var düşünce özgürlüğü ve topluma dayatılan politika üzerine. Bir kurbağayı kaynayan suya koyun, hemen dışarı zıplayacaktır; fakat aynı kurbağayı soğuk suya koyup hafifçe suyu ısıtmaya başlayın. O suyun kaynadığını fark edinceye kadar kurbağamız çoktan ölmüş olacaktır. Aynısı bize uygulanmıyor mu sizce?

Kafa yormadıkça bu duruma ya da bunu fark etmedikçe suyumuzun ısındığını anlayamayız. Hani uzun süredir görmediğin akraban ziyarete gelir. “ Aaa ne kadar büyümüş bu çocuk!” der, benim 10 yıl sonraki halimi görmüştür çünkü. Değişimi anında fark eder. İşte biz bu noktadayız artık. En azından ben öyle olduğuna inanıyorum. O zaman süreci geçti, sadece etrafımızda süregelen olaylara bakıyoruz ve susuyoruz. Kuyuya bile bağıramıyoruz.

Bu ülke mizah dergilerini hiçe saydı ve kapatma kararı verdi. İnternete saçma sapan yasaklar koydu. Ramazan dolasıyla sokaklardan masaları kaldırttı. Televizyonda bir kadınla bir erkeğin 10 cm yan yana gelmesi  halinde sahneyi kesti, ne var ne yok sansürledi. Ramazan diye çarşaf, türban dağıtmadığı kaldı. Zira geleceğimiz bu yönde. Bayanların kendileri için en kısa zamanda kapanma adına ne varsa almalarını öneriyorum.

Bütün bu kararlar verildi, bazıları tepki gördüğü için ertelendi. Çoğu ramazan olduğu için uygulandı denildi, fakat bunları 30 günlük ücretsiz sürüm olarak düşünün. Yapılanlar beğenilirse, yıllık sürüme geçilecek.

Ben lise 2'deyken okulumuza yabancılar gelmişti. Almanya, İspanya, Norveç gibi birçok ülkeden gelen yaşıtımız gençlerle konuşma fırsatı bulmuştuk. Ben bir Alman kızla yakın arkadaş olmuştum. Tanışma faslından sonra ilk olarak Türkiyeyi nasıl bulduğunu sormuştum. Çok şaşırdığını söylemişti. Neden diye sorduğumda da “Türkiyeyi türbanlı kadınların, cüppeli adamların olduğu bir yer diye biliyorduk” demişti. Ankara'da birçok yeri gezdirdiğimizde ise şaşkınlığı daha da arttı. “Gördüğün gibi biz öyle insanlar değiliz” demiştim arkadaşıma. O ise hala “Biz sizi öyle sanıyorduk” diyordu. Arkadaşım ülkesine dönerken düşünceleri değişmişti, artık bizi modern insanlar olarak görüyordu(!)

Ahh ne kadar yanlış tanıtmışım ülkemi halbuki. Onların fikirlerini reddetmemize gerek yok, bu dertten kurtulduk. Bırakın istedikleri gibi düşünsünler, zaten yanlış değiller artık. Bizim suyumuz haylice kaynadı.


Konuyla alakalı olarak bunu da okuyabilirsiniz.

23 Ağustos 2011

Fikir Taneciklerim #6


- Özlem duyuyorum sana, arada bir belir de sinirim bozulsun istiyorum, ne kadar çok anımız var seninle mavi ekran hatası. İsmi de bir garip.. Artık çıkmaz oldun garip isimli dostum. Önceden oyunun ortasında çıkardın, kafayı yedirtirdin bana. Bu mavi ekran hatası öyle lanet bir şeydir ki yani gideceğini bildiğin sevgilinin hoşça kal demesi gibidir. Engel olamazsın. Birden çıkar sana bir göz kırpar ve kendini kapatır. “Lan lan lan!!” diye bağırırsın ama nafile, yapacak hiçbir şey yoktur. En son yaklaşık 4 sene önce arkadaşlarımla bir barda otururken, bar sahibinin bilgisayarında görmüştüm, taa o zamandan bu hataya açmışız biz. “Aha mavi ekran hatası!” diye birbirimizi dürttük, mutlu olduk, kahkaha attık barın ortasında. Arada uğra da nostalji yapalım mavi ekran hatası.

- Çirkin kız var, güzel kız var, bir de ikisinin arasında kalmış bir kız var. Her an çıkabilir karşına. Yolda yürürken yanından geçebilir, bilgisayar ekranında belirip kaybolabilir. Dikkat et. Zira gönlünü kaptırmadan önce emin ol, ondan sonra “yok yeaa bu kız çirkinmiş” diyebilirsin. Seni gidi dış güzellik aşığı seni!

- Filmlerde adam misafirini içeri buyur ediyor(genelde bir bayandır bu), ondan sonra “bişeler içer misin?” diye soruyor ve cevabı beklemeksizin bara gidip kristal viski şişesini çıkarıyor ya içimin yağları eriyor yeminlen. Bir de bu kristal viski şişelerinin yanında kristal bardaklar da vardır, takımdır bunlar, ne güzellerdir. Bu kadar hoşuma giden bir şey neden benim evimde yok bilmiyorum, halbuki her yer ıvır zıvır kaynıyor. İçki çok içen biri değilim, fakat sırf bu viski şişesi için kendimi içkiye vericem. Durum şu ki Mayısta aldığımız Jack Daniel's hala buzdolabında duruyor, bitirmedim. Genelde viskiyi de filmde biri içerse canım çekiyor öyle içiyorum. Önceden de poker oynardım, o zamanlar pokerin genel havasını yakalamak için viski içerdim. Şimdi o viski şişesi olsaydı ne güzel içine doldururdum güzelim Jack'i, masaya koyardım, saatlerce izlerdim. Abartmıyorum değil mi? İçkiyi değil, içki şişesini seviyorum ben. Şişede durduğu gibi duruyor her şey benim hayatımda.

- Yurt dışına gittin, tamam güzel. Fotoğraf çektin bi sürü, tamam güzel. Facebook'a attın, tamam lan tamam bu da güzel bak bişe demiyorum(gerçi facebook kullanıyor olsaydım yine laf ederdim de neyse) Ama gittiğin yerin “i love ... “ yazan tişörtünü alıp geziyorsun ya kafayı yiyorum işte. Bunların en ünlüsü “i love ny” tişörtü. Ya neden reklam yapıyorsun arkadaşım? Siktir git orada yaşa lan o zaman. Çok sinirliyim sana.

- Şimdi size tükenmez kalemin numarasını açıklıyorum. Bir numarası yok. “Niye tükenmez diyorlar ya buna?” diye sordum kendime, en büyük bilgi kaynağımız ulu ansiklopedimiz wikipedia'ya baktım. Bu kalemle yaklaşık 2-3 km uzunluğunda bir çizgi çizebiliyormuşuz. Bu yüzden ismi tükenmez. Bu mudur yani? Hangi akla hizmet böyle isim veriyorsun sen bu kaleme? Odamda onlarca tükenmez kalem var, lanet olasıca kalemlerin 2 tanesi anca yazıyordur. Bir de tükenmez kalem diyor ya karşıma geçmiş. Uçlu kalem ne kadar masum halbuki. Ucu olduğu sürece hayatta. Diğeri gibi yalancı şerefsiz değil.


- Farkında olmadan bir koşturmaca içine giriyoruz. Gün içerisinde türlü zorluklarla uğraşıyoruz. Bela okuyoruz, hep aksilik diyoruz, nazar diyoruz. Kolunu masaya vuruyorsun sinirleniyorsun, otobüsü kaçırıyorsun küfür ediyorsun, bakkalda ekmek kalmamış yolunu uzatıyorsun başka bakkala gidiyorsun. Nice nice zorluklar di mi? En küçük şey bile canımızı sıkabiliyor ne kadar saçma da gelse.Bir gün geliyor birine aşık oluyorsun ve o zaman hayat duruyor. Çünkü insan aşıkken hayatı umursamıyor. Sevgisinden başka bir şey görmüyor. Dakikalar ilerlemiyor.

Aşk dünyadaki en güçlü bağımlılık.
Tolstoy ise kitabında aşk için şöyle diyor :

Alt tarafı neyiz ki? Toprağız. Ama birini sevince Tanrı gibi oluruz, dünyanın yaradılışındaki insanlar gibi tertemiz kesiliriz.





21 Ağustos 2011

Ben gidip bi duş alıyım

“Allaaah!!!” bağırışıyla dolmuşun fren sesinin senkron tutturduğu anda, başımı okuduğum dergiden kaldırdım. Sesin sahibi yanımdaki kadındı. O anda kendimi dinledim. Kalp atışlarım ile yanımdaki kadının kalp atışları arasında dağlar kadar fark vardı. Gözleri yuvalarından çıkmak istiyordu kadının, bunu yapmak için zorluyordu kendini; fakat bir türlü başaramıyordu. Milimetrik yer değişimi onu memnun etmedi. Önünde oturanın saçlarını bir güzel suladı ağzından fışkıran tükürükleriyle. Hava çok sıcaktı. Öndeki pek oralı olmadı bu yüzden. Kadının elleri etrafında bulduğu sabit nesnelere doğru yönelmişti ve onlara kenetlenmişti. Ayaklarını ise aynı senkronla yere vuramamıştı, “demek ki ayaklarındaki refleksler biraz zayıf” diye geçirmiştim içimden. Yanındaki arkadaşı da çığırtkan kadına tutunmuştu. Onun etrafındaki tek sabit nesne arkadaşıydı. Omzunu çürütmüş olmalıydı bizim çığırtkanın. Diğer omzuna göre hayli aşağıda duruyordu çünkü. Acı fren sesi ve “Allaaah!!!” nidasından bir saniye geçmişti ki heyecan yerini rahatlamaya bıraktı. Olay sadece sollama yapmak isteyen bir sürücünün bizim dolmuşu görmesiyle kendi şeridine dönmesinden ibaretti. En azından benim için bundan ibaretti, kadın için ise daha çok şey anlam ifade ediyor olmalıydı ki bu sefer de “Aman be oğlum!” diye şoföre işini öğretmeye yeltendi. İnsanın en rahatsızlık duyduğu şeylerden birini yapıyordu şimdi çığırtkanımız. Şoför dikiz aynasından bir bakış fırlattı ve yoluna devam etti. Bu andan itibaren rahatlama hissi de kızgınlığa dönüştü. Artık dikkatsiz bir şoförümüz vardı yolcuların gözünde. Bundan sonra isterse klimayı açsın, isterse eksik verilen dolmuş parasına “ne demek ne demek” diye tepki versin önemi yoktu. O dikkatsizliğiyle bizi tehlikeye atmıştı ve hepimiz ölebilirdik. Herkesin aklından bunlar geçiyordu dolmuşta. Sıra sıra içeride bulunan 16 yolcu dikiz aynasından şoförle bağlantı kurdu. Şoför de yoluna bakmaya devam etti. Kızgınlık yavaş yavaş dinmeye, çığırtkanın da kalp atışı normal haline dönmeye başlamıştı. Yanımdaki oturuşu da değişmişti. Dimdik duran o vücut kendini bükmeye, koltukla aşağı doğru eğimli olarak 35 derecelik bir açıyla oturmaya başlamıştı. Artık sakindik. Yarım kalan yazım beni bekliyordu.


O gün dolmuşta beni rahatsız eden nidayı ilk kez duymuyordum. Gözlerim okuduğum yazının bir noktasında durduğunu farkedemeden düşüncelere dalmıştım bile. Her çocuk gibi okuldan gelip hemen dışarı çıkardım arkadaşlarımla oyun oynamak için. Arkadaşlarımın çoğu kızdı, benden de biraz büyüktüler. Onlar oyun oynar ben de hakemlik yapardım. Seksek oynayan birine nasıl hakemlik yapıyordum hatırlamıyorum ama o görevi üstlendiğimi çok net hatırlıyorum. Arkadaş eksiği olduğunda beni de alırlardı oyuna. Çok mutlu olurdum işte o anda. Adrenalin pompalanmış bir çocuğu durdurmak oldukça güçtür, hele ki erkek çocuğuysa olayın sonucu annenin “senin bacaklarını kırarım” demesiyle son bulur. Hatırlıyorum da koşturmaca oldu mu hep ben kazanırdım oyunu. Oyunun içeriğine göre de oyuna dahil etmeye başlamışlardı beni. Kızlar kaybedince çok sinir olurlardı bana, ben de arkadaşlığımızın bozulmasını hiç istemezdim, ama oyuna olan açlığımı dindiremezdim. Oyun alanımız de oldukça kısıtlıydı. Yeni bulunan bir oyun için arkadaşlarımla toplanmıştım ki oyun alanı olarak bir binanın kapısı belirlenmişti. Ben oyunu tam anlayamamıştım, fakat koşmam gerektiğini düşünüyordum. Oyun sırasında ebe üzerime gelince öyle bir depar atmıştım ki ayağımı yola bastığımda “Allaaah!!!” diye bir ses ve sağ taraftan gelen bir beyaz arabayı gördüğümü hatırlıyorum sadece. Sonra gözlerimi açtığımda film vari hafiften bulanarak sonradan da netleşen amca, teyze kafaları görmüştüm. Sesleri ise otobüste mola için anons yapan muavinlerinki gibiydi. Ağzımdan anlamsız laflar çıkıyordu. Ne dediğimin farkında bile değildim. Bir amca beni kucağına aldı, yan tarafta yeni açılmış olan dondurmacanın sandalyesine oturttu. Vücudumun alev alev yandığını hissediyordum. Birkaç dakika sonra kelime oluşturmayan ünlü harfleri kullanarak konuşma alanında kendimi ilerlettim. Kalabalık karşımda duruyor ve benden bir şey dememi, kendimi nasıl hissettiğimi söylememi istiyorlardı. Ağzımdan şöyle bir cümle çıkmıştı : “Ben gidip bi duş alıyım”. O an oldukça mantıklı gelmişti, fakat karşımdakilerin bakışlarının farklılaştığını görebiliyordum. Üstüm başım yırtılmıştı. Kolumdan, bacaklarımdan kanlar akıyordu, kalçamın şiştiğini hissediyordum, çeşitli yerlerimde   morluklar beliriyordu. Bunları görünce yıkanmak en doğru olanıydı. Hepsinden kurtulabilirdim yıkanarak, fakat buna izin vermediler. Yan komşumuz beni kucağına aldı ve evlerine götürdü. Beni bir çekyata yatırıp pansuman yaptılar. Ben yine de “benim bi duş almam lazım, siz beni bırakın, ben duş alıyım” diye sayıklıyordum. Vücudum artık o kadar sıcak değildi. Kendimi biraz daha iyi hissetmeye başlamıştım. Sonrasında annem ve babama direkt olarak kaza geçirdiğimi söylemedi komşular telaş yapmasınlar diye. Tam olarak ne dediklerini hatırlamıyorum, ama başarılı olmuşlardı. Annem babam sakince gelip korkulu gözlerle bana baktılar, birkaç dakika sonra komşulara teşekkür edip beni eve taşıdılar.

Dolmuşun yeniden fren yapmasıyla bir anda kendime geldim. Anımdan uzaklaşıp yanımdaki çığırtkana baktım. Bu sefer de “cık cık” yapıyordu ağzıyla. 15 dakikalık yol boyunca kadının bütün yolcular üzerinde oluşturduğu baskıyla yaşamak oldukça güç olmuştu insanlar için; ama çığırtkanımız beni ara ara kopukluk barındıran anıma yolcu etmişti. Kısa bir süreliğine de olsa..

18 Ağustos 2011

Biraz da spor

Yazlar artık daha bir sıcak oluyor, e doğru ; güneye inince insan nefes alamıyor, e bu da doğru ; ama daha kötüsü alınan fazla kilolar.(programlarda çıkan doktorlar gibi giriş yaptım yazıya hehe)

Eve klima taktırmak gibi kolay değil kilolardan kurtulmak. Yediğim hamburger, patatesi 1 saat koşarak ancak eritebiliyorum. Bayanlar için biraz daha rahat gibime geliyor bu durum, çünkü sadece ince olmak yeterli onlar için. Ünlü üç beyazı kesin, birkaç ay sonra vücut kendine gelir, kilo verirsiniz. Erkekler açısından kilo vermek yetmiyor ama. Cılız bir vücudun getirisi yok. Butterfly, bench press allah ne verdiyse yapılması lazım.

Ben birkaç kere spora başladım ama istikrar sağlayamadım. Bir zamandan sonra diyete benzedi bu durum. Hani diyete pazartesi başlanır, salı biter ya o diyet. Benim de sporum cuma başladı, pazartesiyi göremedim. Bu dönemlerde insan aldığı kiloyu hiç farkedemiyor. Kışın evde ne varsa üzerimize geçiriyoruz, yaz gelince vücudumuzun aldığı hazin sona inanamıyoruz. Bu kilo almanın 4 evresi var, şu şekilde :

>>İlk evrede sabah, öğle, akşam hiç düşünmeden yeriz ve kilo da almayız. Bu genelde liseye kadar geçerlidir. Çünkü yediğimizi dışarıda yakarız. Arkadaşlarla dolaşmaktan, yapılan aktivitelerden dolayı spor yapma derdimiz yoktur.

>>İkinci evrede kilo aldığımızı fark ederiz ve önüne de geçemeyiz. Biraz göbek çıkar, bol bol arkadaşlarla fast food yenir. Bu evre de üniversite zamanına denk gelir. Bu zamanda yaş biraz da ilerlediği için yapılan aktiviteler azalır. Bir de sosyal ağ kullanımı var ki ona az sonra değinicem.

>>Üçüncü evrede spor yapma şevki gelir insana. Bu da genelde yazın olur. Mesela üniversitenin ikinci senesinde, yaz tatilinde. İşte o zaman ya spor yapmaya alışır vücut ve hayatı boyunca diri, sağlıklı kalır ya da o göbekle hayat boyu yaşanır.

>>Son evrede artık yapılacak bir şey yoktur. Yaş geçtikten sonra, ne kadar spor yaparsan yap zaten vücut onu alamaz, alışkanlık haline gelmediyse spor yapmak, bir istikrar sağlanamaz.


Sigara, alkol kullanıyorsanız zaten spor yapınca anlarsınız vücudunuzun ne hale geldiğini. Ben yarım saat koşarım, terlerim, nefesim açılır. Sigara içen insan için 15 dakika içinde ağzından aldığı nefes bile yeterli gelmez, olduğu yerde yığılır kalır. Ülkemizde alkol tüketimi diyince aklımıza ilk bira gelir. Bira da oldukça göbek yapar; ama asıl kendisi değildir bu göbek oluşumunu sağlayan. Bira içtikten yaklaşık yarım saat sonra acıktığınızı hissedersiniz ve hemen ayaküstü bir şeyler yemek istersiniz. Bu noktada birayı bir sünger gibi düşünün. Mideye giren her şeyi bir güzel emer ve akşamın bir vakti güzel bir göbeğe sahip olursunuz.

Sosyal ağ kullanımının da pasifliğe yönelten kötü bir getirisi var. Sokak köşelerinde elinde telefonla tweet atan insanlar, elinde birası facebookta video paylaşan insanların sayısı oldukça fazla. Ben ne zaman ki facebook,twitter kullanmaya başladım, kendimi bilgisayara mahkum hissettim. Bu pasifliği arttıran bir etkinlik.

Şimdi ben burda ahkam kesmicem spor yapın diye, çünkü 3-4 haftadır spor yapıyorum, öncesinde denemem olmuştu dediğim gibi ama bu sefer biraz daha programlı devam ediyorum. Spor yapmanın bana birçok getirisi oldu, biraz da bunlardan bahsetmek istiyorum. Yeni insanlarla tanıştım bu sayede. Bir yandan spor yapmak bir yandan da insanlarla muhabbet etmek oldukça keyifli. Spor yaparken zaten insan pozitif oluyor, çünkü sağlıklı olmaya çalışıyorsun orada, vücudun ve sağlığın için bir çaba sarfediyorsun. Bu önemli bir nokta bence. Oraya gelen insanlar da aynen senin gibi pozitif ve arada güzel bir diyalog oluyor böylece. Spor yaparken insan, günlük sinir, streslerinden arınıyor. Hiçbiri gelmiyor aklınıza. Orada geçirdiğiniz 2 , 2 buçuk saat sadece spor yapmaya ve pozitif düşünmeye odaklanıyorsunuz . Tanıştığınız insanlar da sonuçta spor yapmaya geldiği için hayatlarına bir renk katmayı, daha aktif bir insan olmayı hedefliyorlar. Bu yüzden tanıştığınız insanlarla spor dışında yaptığınız konuşmalar ya da birlikte yapacağınız aktiviteler durağan hayatınızı hızlandırıyor.

Spor yaparken önemli husus ise yediklerimize dikkat etmemiz. Ben mesela etmiyorum, hala 1.5 iskender, üzerine künefe yiyorum. Sabah hamur işi yiyorum. Siz benim gibi olmayın. Yediklerinize dikkat edin. Benim amacım zaten kilo vermek değil, olan kilomu sabit tutup kasa çevirmek.(yalan söylüyorsun yalaaan) Zaten spor yapmaktan öte şu sıcakta böyle yüklenilmez, benim de yaptığım iş değil de neyse.

Sporun diğer bir getirisi de müzik. Eve giderken gelirken ya da bir şeyler okurken hafiften müzik dinliyoruz ama spor müziksiz olmuyor. Nasıl ki fabrikalarda üretimi hızlandırmak için ritmik müzikler dinletiliyorsa sporda da aynı durum söz konusu. Hoşlandığınız tarzdaki ritmik müzikleri dinleyerek spor yapmak daha verimli.


Son olarak spor sonrası insanda oluşan farklı triplere değinicem. Bunu bymutu ile konuşmuştuk öncesinde. Bir bakıma onun için yazıyorum diyebilirim. Öncelikle insan spor yaparken kendini çok dinamik hissediyor, aynanın karşısına geçiyorsunuz, üstünüz başınız ter içinde ve kaslarınız az önce kaldırdığınız ağırlıklardan dolayı hafiften belirginleşmiş. Biraz da ağrı var, kolunuzu sıktığınız zaman hissediyorsunuz o kası. Sağda solda spora yeni başlamış çocuklar var, daha ağırlık koymadan çalışıyolar barlarla. Onlara bakıp “uu beybi kas dediğin böyle olur” bakışı atıyorsunuz. Sonra bi gazla sporu yapıp çıkıyorsunuz salondan. Sinirli ve kaslı bir durumdasınız. Kızlar geçiyor yanınızdan hiç istifinizi bozmuyorsunuz, ağır ve cool yürüyüşe devam ediyorsunuz. Halbuki biri gelip de bi tane çaksa kafanıza bi bok yapamazsınız. Ulan 2 saat spor yapmışım, ayakta duracak halim yok, kollarımı oynatınca katur kutur sesler geliyor, ben adama nasıl karşılık veriyim? “Eyvallah abi tamam abi kralsın abi” diye oradan uzaklaşacaksın. Ha başka gün spora giderken karşılaşırsın belki adamla. O zaman spor niyetine elemanı dövebilirsin. Bu daha mantıklı. Yine de bu tripten uzaklaşamıyor insan. Bir de benim eve dönüş yolumda spor aletlerinin olduğu bir park var. Teyzeler, amcalar orada spor yapıyor. Ben yanlarından spor çantamla, beyaz şapkamla falan geçince kendimi hayatını spora vermiş örnek bir insan gibi hissediyorum. Çok ayıp çok. Hareketleri yanlış yapanlar var, “aslında ablacım şöyle yaparsan daha iyi olur” diye yanlarına yaklaşıcam da ters bir tepki gelir diye daha denemedim. Kaslı ve sinirli olarak devam ediyorum yaşamıma.

Spor yapmak bir alışkanlık. Bunu zihnen ve bedenen kabul etmemiz gerekiyor. Haftada 3 gün yapacağınız spor sizi günlük streslerinizden uzaklaştıracak ve pozitif düşünmeye, hayattan zevk almaya itecektir. (bitiş de doktorlara layık olsun dedim hehe)

8 Ağustos 2011

11 ayın kabusu

Saat 23:50. Bir bekleyiş var etrafta. Sahil boyunca insanlar toplaşmış, muhabbet ediyorlar. Sadece 10 dakika sonra her şey sona erecek. İnsanlar teker teker kollarını yokluyorlar, bir yandan da sıkıcı muhabbetten uzakta kalmak istiyorlar. Alkol, muhabbetin tetikleyicisi. Kuru kuru hiçbir şeyin tadı yok. Kayalardan hafif hafif müzik sesi geliyor. Bekleyiş sona ermek üzere. Siyah poşetler kendilerini gösteriyorlar. İçlerinden kırmızı, mavi, yeşil kutular çıkıyor buz gibi. Nihayet saat 00:00. Bu andan itibaren zaman duruyor, kavram kayboluyor. Kutular havaya kaldırılıyor muhteşem bir zevkle. Zafer kazanmış edasıyla herkes mutlu mesut sırıtıyor. Bir aydır tuttukları alkol orucu sona erdi. İkinci yudumda ilk kutular bitiyor. Sahil yeni açılan kutulara deniz sesiyle eşlik ediyor. Sabaha kadar sürecek bu sallanan dünyaya hoşgeldiniz.





O tedirginliği herkesin yüzünde görmüştüm o gün. Aslında yaptıkları yanlış bir şey diye düşünüyorlardı, fakat kime göre? Toplumun dayatmasından dolayı insanlar bu hale gelmiş, kimse istediği gibi yaşayamıyor. Ramazanda sigara içti diye adamı döven, ramazanın bittiği ilk dakikada içkilere kendimizi vuran bir toplumuz. Orada onlarca topluluğun içinde kafamı alkol kaynağından ayırıp etrafıma bakan bir bendim. Herkes oruç intikamı peşindeydi adeta. Gözleri dönmüş, vücutlarına alkol pompalıyorlardı.

Kimi kandırıyoruz biz söyliyim. Sadece kendimizi. Hayatında birkaç kere cumaya gitmiş, yarım yamalak oruç tutmuş, sözde müslüman neden ramazan gelince kendini peygamber sanıyorsun? Korkun varsa bu işe sarıl, yerine getir ibadetini. Kendi fikirlerini savun ama baskıdan dolayı hareketlerine şekil verme.

Düşünmeye kapalı bu insanları, baskı da bu noktaya getiriyor. Belki de baskı kötülüklerin anasıdır.

4 Ağustos 2011

Değerlerimiz değişti mi?

Sevgilinden ayrılırsın, canın hiçbir şey yapmak istemez, bütün gün evde oturup müzik dinlersin ya, arkadaşınla ilişkinin kesilmesi insanı daha kötü yaralar.

Arkadaşlık ilişkisi sağlam olan biri değilim. Hayatımdan çok insan geçti, çoğu o dönemime ait olarak kaldı. İnsanlara yakın davranmak istemedim, onlarla hayatımı paylaşmak istemedim. Bir iki kişi kaldı geriye, onlar da iyi ki kaldı diye düşünüyorum. Sadece onlara arkadaşım demek istiyorum, sadece onlar beni yakından bilsin istiyorum. Bu isteklerim aslında hissettiklerim, fakat çok kez ev değiştirmemizin, birçok okul değiştirmemin de etkisi var bu durumda. Yine de ben mutluyum halimden. Hayatımın içindekilerle oldukça mutluyum.

Yakın zamanda arkadaşlık ilişkisinden muzdarip olan illyy, güzel şeyler yazdı bana bu konuda. “Ben iyi yazamam” diye söylese de beğendiğim bölümleri koymak istiyorum işin iç yüzünü vermeden, orası da bana kalsın. Olayın yeni olması ve düşüncelerin de taze olmasını göz önünde bulunduruyorum, zaten ben de anılara dönmek istemiyorum.

Arkadaşlıklar... ne demektir arkadaş? Samimi olduğun, yakının olarak gördüğün kişi mi, yoksa tek çocuklar için hiç var olmamış bir kardeş mi? Benim problemim herkesi arkadaş, hatta bir dost olarak görmem, çünkü ben de o tek çocuklardan biriyim. Ne yaşadıysam, neye üzüldüysem başıma hep bu “arkadaşlardan” geldi.

Galiba eskisi gibi değil bu arkadaşlık kavramı. Herkes birbirine büyük rahatlıkla “kanka” diyebiliyor. Böyle bir zamanda arkadaşlığın ne önemi kalır ki? O zaman da birbirine “masum” yalanlar söylemek veya sevgilin olunca davranışlarının değiştirmek, ilişkilerini kesmek gayet normal karşılanıyor.



Arkadaşlık kavramının değiştiği konusunda hemfikirim. Zaten konunun başlangıcı da budur benim için.

Hatırladığım kadarıyla arkadaşlık : Mutlu anlarından öte, zor anlarında yanında olan, içkini sigaranı paylaştığın, dara düştüğünde koşturan, sevgilinden ayrıldığında dır dırını çeken kişidir.

Şunu düşündükçe içim sızlar sosyal ağ konusunda : Msnden ekliyorsun birini, hiç görmeyeceğin bir grubun içine tıkıp belki de iki seferden sonra bir daha konuşmamak üzere orada çürümesini ve yok olmasını sağlıyorsun. Facebooktan arkadaş tekliflerini kabul ediyorsun, haber bölümünden siliyorsun, zırt pırt fotoğraf paylaşımlarını görmemek için. Twitterdan takip ediyorsun belki ama ne yazdığını okumuyorsun bile.

Ne kadar sanal, ne kadar yapay değil mi her şey? Bu duruma düşmek ne kadar kötü.

Hepsiyle arkadaşsın, hepsini eşit seviyorsun öyle mi?

Son olarak bence bir insan arkadaş sayısından hava atmamalı. Güvenebildiğin ve gerçekten sevdiğin iki arkadaş bile bu acımasız hayatta sana destek olabilir fazlasıyla. Çünkü onlar da seni gerçekten seviyorlar ve senin için her şeyi yapabilirler.