24 Eylül 2011

Ben size naptım?

Gece saat 5:24. 
Kapıdan tıkırtılar geliyor. Gözlerimi açıyorum. Hemen yerimden kalkıp kapının yanına gidiyorum. Dinliyorum, gözlerim yerde, kulaklarım havada. Sesler gittikçe azalıyor. Bir anahtar sesi geliyor. Karşı komşu bu. Kapısını açıp içeri giriyor. Yerime dönüyorum, gözlerimi kapatıyorum.

Sabah saat 7:02. 
Sahibim esneyerek yatağında dönüp duruyor. Geriniyor, hala uykulu. Alarm 3 dakika sonra yine çalıyor, hemen susturuyor. Gözlerini açıyor, doğruluyor ve bana bakıyor. Yüzünün her yeri şişmiş, çok çirkin görünüyor. Makyajını silmeden yatmış, rimelleri akmış, dün gece yediği midyenin kokusu geliyor ağzından. Yüzüme bakmadan tuvalete gidiyor. Tuvalet kapısının önünde bekliyorum. Birkaç dakika sonra çıkıyor, mutfağa gidiyor. Portakal suyunu çıkarıyor buzdolabından, kafasına dikiyor. Odasına geri dönüyor ve kapıyı kapatıyor. Kapının önünde bekliyorum.

Saat 7:30. 
Kapıyı açıyor, giyinmiş. Hala mamamı vermedi. Acınacak gözlerle derin derin onu süzüyorum ama anlamıyor. Hem açım hem susuz. Anlamıyor. Tasmamı alıyor. Önce çişe mi?

Saat 8:48. 
Bir yere geç kalmış gibi sürüyor arabayı, bir o yana bir bu yana vuruyorum kafamı. Penceremi de açmadı, nefes alamıyorum içeride. Boş bir araziye geliyoruz. Burası neresi bilmiyorum, farklı canlıların kokusu geliyor burnuma. Biraz yürüyoruz birlikte, tasmamı bir ağaca bağlıyor ve dönüp gidiyor. Nereye gidiyorsun? Arkasına bile bakmadı. Yüzüme bakmadan çekip gidiyor. Gitti. Arabasını çalıştırdı ve gitti. Koşamıyorum, tasmam...

Öğlen saat 11:52. 
Birileri yaklaşıyor, beni fark ettiler. Gülüyorlar. Birinin elinde çuval gibi bir şey var, diğerinde ise bir kütük. Çuvala sokuyorlar beni. Her şey kararıyor. Bacağıma doğru çok sert bir darbe yiyorum. Sanırım kırıldı, hissetmiyorum. Sağ arka bacağımı hissetmiyorum. Kafama bir darbe yiyorum........

Saat belirsiz. 
Gözlerimi açtığımda hala çuvalın içinde olduğumu anlıyorum. Her yerim ağrıyor. Ben size naptım? Her yerim kanıyor. Ben size naptım? Çuvaldan çıkartıyorlar beni. Kalkamıyorum, ayaklarımı kontrol edemiyorum. Bir köprünün üstündeyim. Sert rüzgar tüylerimi havalandırıyor. Gözlerimden yaşlar akıyor. Sesim ise çıkmıyor. İki kişi yüzüme bakıyor. Bir kez daha beni dövüyorlar. Çuvala koyup beni köprüden fırlatıyorlar. Sert bir zemine çarpıyorum. Ölüyorum.. Burnuma iğrenç kokular geliyor. Bu bir çöp teknesi. Ölüyorum bu iğrenç kokularla, bu nedensizliklerle ölüyorum.


İnsani değerlerden yoksun bu meçhul insanlarla(!) aynı yerlerde büyüyor, yaşıyor ve aynı havayı soluyoruz. Hayvanları, canlıları sevmekten yoksun bu insanlardan merhamet beklemek ve ahlaksal davranışlar istemek bir köpeğin ölümü gibi bizi nedensizliklere sürüklüyor. Bu canlılar bizi sebepsiz yere ve karşılıksız severken bizim onları hor görmemiz dünyada her gün yaşanılan bir gerçek. Bu okuduğunuz da o gerçeklerden biriydi. 

18 Eylül 2011

Fikir Taneciklerim #7 (masaüstüm mimi bonuslu)

- Erkekleri saç uzunluğundan, kızları da saç renginden üniversite kaçıncı sınıfta olduğunu anlayabilirim. Erkeğin saçlar eğer omuzuna geldiyse, bilin ki o 2. sınıfta. Toka takıp dolaşıyorsa 3. sınıfın başında. Saçını kestirdi “yaa abi çok dökülüyor saçlarım” diyorsa o 4. sınıftadır. Kısacık üçe vurulmuş bir saç görürseniz işte üniversiteyi bitirmiş bu adam. Kızın saçı kızılsa o kesinlikle 1. sınıftadır. Biraz daha zorlarsak 2. sınıftadır. Dipleri gelmiş ve artık boyamaktan sıkılma evresindeyse 3. sınıftadır. “Saçlarım çok yıpranıyor” diyip kendi saç rengine döndüyse veya dönmek için mahalle baskısını dindirmeye çalışıyorsa 4. sınıftadır. Ha kızın saçı yeşil ya da maviyse de o kız üniversiteyi kazanamamış, tekrardan hazırlanıyordur.

- Savaş ve Barış romanı bizim Türkleri etkilemiş olabilir mi sizce? Kitapta Nataşa diye bir karakter var. Bu Nataşa kızımız önce Andrey Bolkonsiy adındaki bir prensle işi pişiriyor. Sonra bakıyor bu ilişki gitmiyor, mutluluğu Anotol Kuragin'de buluyor. Bundan da sıkılıyor, bu sefer de Kuragin'in eniştesi Piyer Bezuhov ile yakınlaşıyor. Mutluluğu bu amcamızda arıyor. Şimdi bizim Türkler bu kitabı okuyup “vay Nataşa, ne dönek çıktın sen ya. Önüne gelenle yatıp kalktın. Biz bu Nataşayı biraz daha genelleyelim” diyip Rus kadınlarına mı layık gördüler?


- Gündeme geldikten, birçok kişice tanındıktan sonra insanlar her türlü işi yapabileceklerini sanıyorlar. Çoğu sanmaktan da öteye geçip istediğini yapıyor, buna üzülüyorum. En modası manken çakması şarkıcılar. Kız medyada manken olarak tanınmış, gidiyor bir de kaset çıkarıyor.(evet kaset) Doğa Rutkay babası sayesinde gündeme geliyor. Birkaç oyunda oynuyor, sunuculuk falan derken gidiyor bi gazeteye ben sizde yazı yazmak istiyorum diyor. Kabul ediliyor, çünkü tanınmış bir insan. Onu seven insan yazısını da sever zaten(!) Hilal Cebeci iki kıytırıktan şarkı yazıyor, onla bunla birlikte olduktan sonra ismi yayılıyor. Panpiş diye bir şey yaratıyor ve gündeme oturuyor. Sonra gidiyor ben sizin derginizde yazmak istiyorum diyor. Para akışı hiç durmuyor maşallah. Baktığımızda çoğu yazı o kadar kalitesiz ki insan iki cümleden öteye geçemiyor, okuyamıyor onları. İşte bu kadar basit bir dünyada yaşıyoruz biz.

- Twitter bio bölümünde Facebook profilini paylaşan adam başarısız adamdır.

- Biz Türkler, çocuk yetiştirme konusunda çok başarısızız kabul edelim. Küçükken çocuğun her istediği alınıyor, şımartılıyor. Ondan sonra çocuk rezil ediyor seni toplumda. Sesi kısılana kadar “istiyoruummmmmm onu istiyorummmmmmm” diye bağırıyor, yolculuklarda rahat vermiyor, ağlayarak her şeyi elde edebileceğini sanıyor. Ediyor da aslında. Çünkü o yaşına kadar o şekilde yetiştirilmiş. Peki benim suçum ne şimdi? Yolculuklarda kadın çocuğu kucağına oturtuyor, çocuk yolda gördüğü ineği istiyor. “İneekkkk istiyorummmm” diye çocuk ağlar mı ya? E kadıncağız nası ineği versin sana, tabi “olmaz” diyor üzülerek. Çocuk başlıyor ağlamaya. Bütün yol boyunca ağlayacak, herkesi rahatsız edecek. Düzgün yetiştirsene lan şu çocuğunu ev hanımı! Korkulu rüyamsınız siz ikiniz. Koltuğum rahatsız olabilir, güneş oturduğum yere düşmüş olabilir, ama o otobüste çocuk olmasın yeter ki, razıyım.

- Mesleğimi sorarsanız kendimi öğrenci olarak görmüyorum artık. Aşk doktoru oldum çıktım. Hala ilişkini bilmiyorsam hemen ulaş bana. Belirtmem gerekir ki öyle kolay bir iş de değil bu. Sırf kendimi anlatan kişinin sorunlarına verebilmek için aşk yaşamıyorum ben!! Fedakarlık ne boyutta anla.


- Geçenlerde Acun'u izliyorum bir programda. Şike konusundan bahsediyor. “Ne olursa olsun biz Fenerbahçe'nin arkasındayız.” diyor. Bravo ayakta alkışlıyorum seni. Ya benim aklım almıyor. Galatasaray bu noktalara gelecek, başkanı içeri tıkacaklar. Bir sürü olay çıkartacaklar, kendi takımımdan utanırdım ben. Bu şike zaten bu seneye de mahsus değil ki şike her zaman vardı. Şimdi gündeme gelebildi. Bir şeyler döndüğü belli. Yöneticilerin sütten çıkmış ak kaşık olmadıkları belli. Ben niye arkasında duracam ya takımın. Şerefsizler, ben boşuna mı heyecanlandım maçlarda, size para yatırdım, gittim stadyuma, aldım formaları. Hem maçı sattınız para kazandınız, üzerine de benim paralarımla cila attınız. Yok bu başka bişe arkadaş, fanatizm farklı bişe arkadaş. Fenerbahçe senin ananı sikti biliyon mu? Yok ben onun arkasındayım, ne olursa olsun... Ya bir siktiriniz gidiniz lütfen. Uğruna geberdiğim takımın başına böyle şeyler gelse ben bırakırdım o takımı. Ha son olarak ben fanatik Galatasaraylı değilim, yine de yüksek oranda fenerlilerle arkadaş olamıyorum. Bu benim takımıma bağlılığımdan değil, onun her alanda bir şekilde fenerbahçeyi araya sokacağındandır. Gerek yok bence, fanatizm arkadaşlık önüne geçmesin.


- Büyük bir takıntım var, geçenlerde bunun miminin olduğunu görünce de çok sevindim. Paylaşılan masaüstü screenshotlarını incelemeye bayılıyorum. Biri bişe yollasın, önce başlat menüsüne falan bakıyorum, masaüstünde neler var, hangi programları kullanıyor onları inceliyorum. Bu yazıya başlamadan önce ben de ss çektim. İşte benim masaüstüm.

(orijinal boyutu için buraya tıklayın)

Bu yazıyı okuyan herkesi de mimliyorum, tek tek yazmıyım şimdi. Paylaşın da sağına soluna bakıyım masaüstünüzün :)

15 Eylül 2011

Kapanış (Ölmeden önce mutlaka)



Dedemin bana bakışını hatırlıyorum, yemek yerken masada ritim tutardım. "Ses yapma" diye kızardı bana. Bayram geldiğinde gider elini öperdim, bana 1 dolar verirdi. O 1 dolarla dünyaları alabileceğimi sanırdım. Öldüğünde halamların sesleri kulağıma gelmişti. Dedemin, yatağında sessizce yatan ölü vücudunu hatırlıyorum.

Halamın güler yüzünü hatırlıyorum. Beni çok severdi. Burnumu, gözlerimi, yanaklarımı öperdi. Bir keresinde beni bodrumlarına indirmişti. Kuzenlerimden kalan bir şişe dolusu misketi bana vermişti. Ne kadar çok sevinmiştim! Halam böbrek yetmezliğinden öldü. Babamın beni arayıp acı haberi verdiği ses tonunu hatırlıyorum.

Eski sevgilimin ev arkadaşını hatırlıyorum. Benden bir yaş büyüktü. Lösemiydi. "İyileşiyor, artık daha iyi" diyorlardı. Bir sabah uyandım, ölüm haberini aldım. Bütün vücudumun uyuştuğunu hatırlıyorum.

İnsanoğlu halbuki ne kadar unutkan, zamanın akıp gittiğini fark edemiyor. O insanlar sanki hiç var olmamışlar, onlar olmadan ne çabuk alıştık bu hayata.

Mimin konusuna gelince: Benim uçuk hayallerim yok, ölüm deyince onlardan uzaklaşıyorum. Ölmeden önce ne yapmak isterim, hayat bana neler getirir bilemiyorum; ama ölmeden önce son isteğim olsaydı: Hayatıma giren herkesi son bir kez daha görmek isterdim. Kırgın olmam ya da nefret etmem önemli değil. Herkesi görmek ve bu hayat oyununu onlarla birlikte kapamak isterdim.

13 Eylül 2011

Kız bloglarının olmazsa olmazları

Facebook'ta notlar yazıp beğenilmekten, Twitter'da rt'ler alıp sevinmekten sıkılınca insanlar bloga yönelir genelde. Eğer kızsan ve bu işe yeni bulaşacaksan ya da uzun süredir blog yazıyor ve bir türlü ratingleri tavana vurduramıyorsan gel ben sana birkaç tüyo veriyim.

1 hafta dolmadan +100 izleyici sağlayacak garantide bir yazı bu. (Harbi diyorum! Gerçekten çalışıyor, ben denedim, siz de deneyin. Bu yazıyı 10 arkadaşınıza gönderin izleyiciniz artsın böööö :P )


- Aşk, ayrılık, “geberiyorum ulan!!!!”, “komşular yetişin!!” tarzında yazılarından önce bloga bir şablon ayarla. Bodoslama girilmez bu işe. Blogger'ın kendi şablonları pek tutulmadığı için ilk adresimiz bu site oluyor. Sana tavsiyem : Orada Colors bölümü var pembeye tıkla, 22 sayfa şablon çıkacak karşına, seç beğen al.

- Şablonu çok beğendin ama Header(üste koyduğun foto işte) ekleyince güzel olmuyor diyorsan, her şeyi senin yaratıcılığına bırakıyorum. Şablon tasarımından normal bi şablon seç. Arka planı, yazı karakterini, kıçını başını sen ayarla blogunun. Yardım edelim diyoruz, ilk dakikadan özgür kıza bağlıyorsun sen de be!

Neyse tasarım tamamsa gadget'lara geçiyoruz. Bak burası önemli, çünkü insanlar yazını okur, arada açar yazına bakar falan ama sağında solunda onun dikkatini çekecek şeyler olursa blogunda daha fazla zaman geçirir.

- Öncelikle bu blogu kim yazıyor diye düşünür insanlar. O yüzden çat diye ilk sıraya Hakkımda bölümü koyacaksın. Bir takma isim belirle kendine. Aynı isimle Twitter, Formspring hesapları al. Blogunda da bu ismi kullan sadece. Kendi fotoğrafını da sakın koyayım deme, dayağı yersin şimdi. Böyle tanınmamış ama etrafta tonlarca fotosu dönen kızlar var, onlardan bul ya da hoşuna giden kadınlar vardır mesela Marilyn Monroe ve onun gibi kadınların fotosunu da koyabilirsin. Bunda gocunacak bir şey yok yahu. Hem gizli bir karakter olacaksın hem de insanlar seni merak edecek. Sen dediğimi yap. Fotoğrafın yanına da iki cümle yazmak lazım. Yaşını içermeyen şeyler yazarsan senin için daha iyi olur.

- Hakkımda bölümünün hemen altına En çok okunanlar, Blog arşivi gibi gadget'lar ekle. Bu klasik blog düzenidir.

Bu klasik şeylerden sonra asıl olan iki önemli husus var:

- İlki senin beğenilerin üzerine kurulu bölüm. Bu bölüm genelde film afişleri ve filmlerdeki beğendiğin replikler üzerine olur. Çok film izleyen biriysen, böyle dikkat ettiğin, not aldığın zamanlar oluyorsa kendine film temalı bir bölüm kur. Yok ben film izlemem diyorsan özlü söz falan koy ne biliyim. O da olmadı beğendiğin sanatçıları, liderleri koy. Olmadı Ajdar'ı koy. Döşe arka arkaya fotoğrafları, altına cümleler yaz. Aklına geldikçe eklersin heyecan yapma şimdiden.

- İkincisi de takip ettiğin blogları paylaşacağın bölüm. Burada amaç izleyici toplamak. Şimdi sen onun bloguna girip yorum bırakacaksın. Sen kimmişsin diye merak edecek o da tabi, bloguna girip bir de bakacak ki taa-daa!! Blogda meğersem sen onun reklamını yapıyormuşsun. Her şey menfaat ilişkisi üzerine kurulu zaten burada. En doğrusunu yapıyorsun kızım. Boş ver sen, kulak asma onlara.

Dış güzelliği tamamladık, zaten bunlar senin izleyici toplamanı sağlar, ama bazıları da iç güzelliği arıyor napalım. Yazı bölümüne gelelim.

İlk yazının başlığını söylüyorum : Merhabaaaaa.

Beğenmediysen şunu dene: Merhabaağğğğğğğ

Olmadı mı? Şunu dene: Mirhebaaaeeağğğğğğhhhhhhh

Tamam tamam cıvıtmıyım. “Merhaba, ben bu blogda yazcam etcem” tarzında bir yazı gir ilk olarak. Sahne heyecanını yen.

Sonra kafanda konuları belirle. Zaten bu blogu durduk yerde açmadın sen. Diğer ortamlardan sıkıldın, muhtemel de sevgilinden ayrıldın. Paso aşk üzerine yazılar döşüceksin buraya. Sevgili yaptın da bu blogu açtıysan yine aşk üzerine yazılar döşüceksin buraya. Olay budur yani, kapiş?

Şimdi bunun devamında gündelik şeylerini yazarsın zaten, ben bugün şunu yaptım, bunu yaptım; sevgilimle şöyle oldu falan; ama ben sana içerik hakkında önemli noktaları söyliyim şimdi:

- İstersen devlet meselesi anlat, istersen sürdüğün ojeyi anlat, içeriğinde aybaşı muhabbeti olmalı. Bu kaçınılmaz ve istenen ögedir yazıda, bunu unutma! Yeter ki o ağrını yaz sen. “Erkekler anlamaz” de, “biz neler çekiyoruz” de, ağrıların üzerine içtiğin ağrı kesicileri anlat, yatakta kıvrandığını yaz. Sen daha iyi bilirsin yahu, kızsın sonuçta. Diyeceğim o ki araya ağrı serpiştirmeyi unutma.

- Yazılarına bilinmeyenler ekle. Sevgiline X de, nefret ettiğin kıza Y de, sevgilinin eski sevgilisine Z de. Sana alfabe dayanmaz gerçi. Latin biterse, Kiril ile devam edersin, ben sana yardımcı olurum merak etme.

- Anne, baba ögesi atmayı unutma. Onlar yazına dinamizm kazandıracaklardır. Çünkü aranızdaki kuşak farkından dolayı komik yorumlar yaparlar bazen. Güler, eğlenirsiniz. Onları da ekle yazılarına, daha avangart ve sofistik şeyler çıkar ortaya.

- Uzun yazılar yazma. Kısa olsun, 1-2 paragraf. Görsellerle süsle onu, video paylaş yazının sonunda. Yazıyı yazarken dinlediğin müzik varsa, onu paylaş yazının başında. Aynı psikolojiye sok okuru.

Bütün bu anlattıklarımı sindirirsen artık seni kimse durduramaz. İnterneti kullananların %70inden fazlası erkek olduğu için pek sıkıntı çekmezsin diye düşünüyorum, ama bu anlattıklarım sayesinde BlogStar olacaksın bak, demedi deme. Hadi ojen kuruduysa blogun seni bekliyor yavrucum.

Ha bu yazıyı neden yazdım peki? Amaç sana yardımcı olmak mı? Tabi ki değil, anladın sen onu..

11 Eylül 2011

Anlatabildim mi?

Kendini anlatamazsın onlara. Anlamazlar seni, senin onları anlamadığın gibi.

Uzakta, çok uzaklarda bir adam sandalyesinde oturuyor. Piposunu tüttürüyor. Sallanan sandalyesinde sabit gözlerle yanındaki ağaca bakıyor. Zamanın aktığının farkında değil. Ağaç kadar yaşlı bir ruha sahip. Hayatını mahvetmiş yaşadıkları, tek dostu piposu. Evinin bacasından dumanlar çıkmıyor. Mutfağında yemekler pişmiyor. Yatağı buz gibi, içine girdiğinde kemiklerinin titrediğini hissediyor. Peki neden yalnızlığı seçtin? Ben seçmedim, diyor. O, öyle olmasını istedi.

Hayatının da o zaman gibi akıp gittiğinin farkında değil. Halbuki ne kadar saçma elindeki hayatın tozlarını üfleyip bulutlara saçmak. Aslında saçma olan hayatın ta kendisi. Göremediğimiz hayat ve yaşayamadığımız anılarımız.


Hiç ölmeyi düşündün mü? Gerçekleşmeme olasılığını sevip ölümü benimsedin mi? En çok bu yönünü seviyoruz ölümün. Başımıza gelmeyeceğinden mutluyuz. Hayatımın çoğunu bunu düşünerek geçirdim ben. O adam gibi ölümle karşı karşıya gelmedim, o sadece rüyalarımda, benim hayal gücümdeydi. İnsanlara hiç anlatmadım unutamadığım rüyalarımı, unutamadığım hayal ürünlerimi. Onlar benim oldukları sürece vardılar. Anlatamazdım da zaten. Çünkü onlar beni anlamaz, benim de onları anlamayacağım gibi.

Sarhoşluk insanın olmak istediği hali. Onu düşününce kendimi sarhoş gibi hissediyorum. Nur, benim ruhumun derinliklerinde saklı. Onun gülüşü hafızama gömülü.. Dinginleşiyorum, gözlerim kapanıyor sanki. Gülüşü aklıma geliyor, o güzel sesi kulaklarımda çınlıyor, ama yine de kendimi anlatamıyorum.

Küçük bir çocuğa matematik anlatmak gibi bu. X ve Y hayatımızın bilinmeyen kısmını oluşturur, onun ise yaşanmamış hayatının bilinmeyen kısmını. İndirgeyemezsin hayatını bu küçücük karelerden oluşan bir defter parçasına. O sizi dikkatle dinler. Öğrenmek istediği sadece iki kişinin arasındaki yaş farkı belki de, fazlası değil. Siz onun hayatına yeni değerler sokarsınız anlatabilmek için. O ise hiçbir zaman sizi anlayamaz. Öğretmen diye bildiği hayat, onu daha içine almamıştır ve öğretmen izin vermedikçe insan kendini geliştiremez, bu yeni değerlerle tanışamaz. Siz ona yenilikler sunarsınız, adını değiştirirsiniz değerlerin, daha sempatik olsun diye elma ve armut diye tanıtırsınız. Bu daha çok hoşuna gider. Çünkü kısacık ömründe o değerler beyninde yer etmiştir ve her zaman orada sabit duracaktır. Artık algıları kapalıdır. Bilinmezlikler öğrenilir ve öğretmen süzgecinden geçer. Sizi anlamayacak bir insan daha listeye eklenmiştir.

Anlatabildim mi?

7 Eylül 2011

Eyfel'in dönüşü

Bayram öncesinde başımdan geçen bir olayı anlatmıştım, “Onların Eyfel Kulesi varsa..”, bu yazı da o olayın devamı niteliğinde olduğu için ilk önce onu okumanızı tavsiye ediyorum. Buradan ulaşabilirsiniz yazıya.

Her gidişin bir de dönüşü var tabi ki, fakat adamların dönüşü de muhteşem oldu yani, ne yalan söyliyim..


Sabahın köründe, 9.30 sularında telefonum çaldı. Yaz ayları için düşünüldüğünde bu saat benim için sabahın körü. Okullar başlayınca ise oldukça mutlu edici bir zaman dilimi. Telefonu açtım, “Aloo Zeki Bey?” diye sordu karşı taraf. “Zeki mi? Yok yanlış oldu galiba” dedim. Adam kapattı telefonu. Hani uyuyorsundur telefonun çalar, arayan sevgilindir, böyle uykulu uykulu konuşursun, ağzından kelimeler tam olarak çıkamaz ya. Ne şımarıklık yaparsın sevgiline, çok tatlıdır o anlar. Bir de bunun tam tersi durumlar var. Arayan numarayı bilmiyorsun ve “ben uyumuyordum aslında” tonuna geçip konuşuyorsun. Sevgiliyle o şekilde konuşmak ne kadar hoşsa, bu arayan kişiyle de ciddi tonda konuşmak o kadar can sıkıcıdır.

1 dakika geçmedi, adam bir daha aradı. “Aloo Zeki D...?” Bu sefer işi ilerletmişti, arkadaşlarını arayıp soyadımı öğrenmiş. Ben yine “Yok yanlış oldu” diyorum adama. Anlayamadım durumu, uykuluyum.

Bu sefer daha kısa bir süre içinde tekrardan aradı. “Ya gusra kalma arkadaşlar isminizi yanlış yazmış, Samsung yetkili servisinden arıyorum ben” dedi. “Televizyonunuzu getiricez, evi tarif edebilir misin tam?” diye sordu. Anlattım adama, 15 dakika sonra zil çaldı.

Bu sefer bekleyiş süresince terlik hazırlığı yapmadım, galoşlarıyla sırıta sırıta geleceklerini biliyordum. Tahmin ettiğim gibi biri televizyona yüklenmiş, diğeri ellerinde galoşlarıyla kapıya doğru geldi. Apartman ışığının yanmasıyla gözlerim parladı birden. Bizim Eyfel'ci öyle bir altın kolye takmış ki sanarsın herif Michael Johnson. Bir parmak kolyeden bahsediyorum bakın. Küçük altın olmuş 190 lira. Nereden akıyor bu değirmenin suyu? Evlendin mi naptın?

İlk dakikadan böylece şoku yedim, galoşları taktı adamlar, bizimkisi “Ne tarafa?” diye sordu. Salonu gösterdim. Ünlü Eyfel Kulesi'ni gördü, yüzünde bir gülümseme oluştu, “haa tamam, hatırladım” dedi. Salona geçtik, ilk diyalog benden geldi ama oldukça başarısızdı. Adama sordum: “Anakart geçişlerinde sorun mu ne varmış doğru mu?” Adam bozguna uğradı. Ağzında bişeler geveliyor ama anlamıyorum ne diyor. İmdadına ikinci eleman yetişti. Belli ki teknisyen rolünü bu arkadaş iyi benimsemiş. O da işte onaylar nitelikle yorumlar yaptı saçma saçma. Çıkarttım 240 lira verdim. Tekrar ediyorum 240 lira. Alet durduk yere bozuluyor ve ben bunun için 240 lira veriyorum. Neyse..

Sonrasında televizyonu eskisi gibi monte ettiler, bu sefer annemin metrekareye 250 tane kadar düşen örtülerinden birini kaldırarak televizyonunun yerini sağlamlaştırdılar.

İmza istediler bir kağıt çıkarıp, attım imzayı ve şöyle ekledi teknisyen arkadaş: “Eğer aynı problem ile karşılaşırsanız firmamız 6 aylık garanti süresi veriyor. Bu kağıdı saklayın. Sorun çıkarsa bu kağıtla işlemlerinizi yapabilirsiniz.” Bir de aynı problemle karşılaşacağım ha? İlk defa böyle bir şey gördüm ben. Yani televizyon tekrardan bozulabilir diyor adam; fakat o süre kesinlikle 6 ay içerisinde olmayacak diyor. 6 ay geçince muhtemel televizyonunuz yine bozulacak ve siz yine bize çatır çatır para kazandıracaksınız diyor.

Adamın arkasından sadece “umarım sorun çıkmaz” diyebildim ki dediğim anda Eyfel'cinin suratı düştü. Hüzünlendi birden. Onunla bir daha görüşmek istemediğimi zannetti sanırım. İyi de ben ne yapabilirim ki? Bedava gelip yapacaksanız 2-3 ayda bir çağırıyım, iç dış yıkama yapın televizyona.

Bu lafım üzerine teknisyen arkadaş: “inşallah” diye umarım'ıma destekçi oldu. Eyfel'ci de başını eğerek kapıdan çıktı. Tam gözden kaybolmak üzereydi ki bana dönüp el salladı. Tekrar ediyorum bana el salladı. Ben de ona el salladım. Kolay gelsin dileklerimi ilettim ve kapıyı kapattım.

Gittim Eyfel Kulesi'ne baktım. Bu sefer kaşık sesleri gelmiyordu. Buram buram ayrılık kokuyordu her yer. Duygularıyla oynamıştım adamın ama elimden bir şey gelmiyordu. Para her şeyin anahtarıydı.

3 Eylül 2011

Zorunlu ve bir o kadar da gerekli

Markete gitmeden önce alınacaklar listesi yapılır ya, bu bende başkalaştı biraz. Hayatımı plan yapıp yerine getirmekle geçiriyorum. Hiç çaktırmıyorum di mi? Bu yapmış olduğum planda aksama olursa da sakın yanıma yaklaşmayın, çok sinirli oluyorum, moralim de bozuk oluyor.

Günlük planlarımı geçtim, ileriye dönük planlar da yapıyorum. Öyle büyük şeyler değil canım, normal şeyler bunlar. Son yapılan genel seçimlerden önce kendime yine plan yapmışım: o seçimler gelene kadar saçlarımı kestircem, spor salonu araştırıcam, dönüşte de marketten bikaç şey alıcam. Burada ikinci takıntım beliriyor. Bütün gereksinimleri aynı anda yapmak. Ben mutfağa bile gitsem su içmek için, ikinci bir neden ararım. Kuru kuru tek sebeple hareket etmem. Çok zorlarım, olmadı tek sebebe yenik düşerim. Neyse bu çizmiş olduğum basit eylemler için gün belirledim, yola düştüm.

Spor salonu işinden sonra sıra berbere geldi, evin yakınındaki bir yere gittim, içeri girdim ki adam uyukluyor. Benim ayak seslerimi duyunca kalktı. Gözler kan çanağı "buyur abi" dedi. Buyurdum bir güzel, hafiften de saçlarımın alacağı hali düşünüyorum. Adam yeni uyandı ulan gözlerimin önünde! Oturdum sandalyeye " nasıl olsun abi?" diye sordu. Anlattım, anlaştık. Sırada en zor kısım..

Uzun süredir görüşmediğin arkadaşınla görüşürsün, oturursunuz birer kahve içersiniz. Eski günlere dem vurursunuz. Sonra konuşma durur birden, ama o kadar can yakmaz. Öyle mutlusunuzdur, gülümsersiniz. Takılınca "hey gidi günler hey" diye iç geçirirsiniz. İlla ki konuşulacak bişe de çıkar. O kadar kasmaya gerek yoktur. Ya da sevgiliyle biralarınızı yudumlarsınız, öyle birbirinize bakarsınız, kasmaya gerek yoktur. Ya da biriyle tanışırsın internette, saatlerce konuşursunuz. Yakın arkadaşınla konuşmadığın şeyleri bu arkadaşınla konuşursun. Çünkü o uzaktaki ve hayatına dahil olmayan biridir. Düşünceleri taze ve objektiftir. O yüzden kasmaya gerek yoktur. Ama berberdeysen kasmaya gerek vardır!



Berber adam konuşmaya aç adam. Seni 15 dakika içinde soyup soğana çevirir anlayamazsın, bakarsın adam benim anamın kızlık soyadını öğrenecek o zaman "hop bilader" diye feryat edersin.

Hafiften adam makineyle enseye giriyor benim, ilk soruyu çaktı hemen "nerede okuyorsun?" Nerede okuduğumun ender sükse yapacağı yerlerden biri burası. "Gazide" dedim. Ordan yakaladım adamı, alakam olsa bu işlerle tamam dicem de yanından geçmiyorum siyasi işlerin yani. Neyse konuşmanın devamı kurtlara, partilere falan gitti tahmin edeceğiniz gibi. Bir yandan arabesk müzik sesleri yükseliyor, bir yanda kurtlar uluyor, bir yandan adamın kapanan gözleri, bir yanda da benim masum saçlarım. Mecbur kaldım konuşmaya devam ettim, artık ben konu açıyorum. O sessiz anlar o kadar rahatsız edici ki kafamda sürekli Pulp Fiction'daki bu konu hakkındaki Uma Thurman yorumları dönüyor. John Travolta önümde bişeler içiyor, sağa sola bakıyor.

Her berber aynı değil tabi ki. Senden o yakınlığı gördüğü sürece konuşma eyiliminde. Geçenlerde başka bir berber de şöyle dedi: "abi benim bir müşterim var, adam konuşmak isteyince benim kardeşime gidiyor saçlarını kestirmeye, kafa dinlemek isteyince de bana geliyor." Ne güzel sistem koymuş adamlar valla helal olsun. Bütün piyasayı ele geçirmişler.

Ne olursa olsun o arabesk müzik dinleniyor ama şüphe yok.

Bugün arabanın teybini yaptırıcaz, eleman geldi, amfiyi söktü, yaptı etti falan, tekrardan monte etti, ses kontrol yapacak. Sağ sol bol keseden böğüren egzozlu hurdalarla dolu. Hurda çünkü arabada sadece ses sistemi ve egzoz var. Vurdurarak çalışıyor araba ama seni arabanın içine soksa geçici sağır olursun. Neyse eleman açtı teybi, Portishead çalıyor. Başka müzik açtı, Massive Attack çalıyor.. Prodigy hiç dinlemeden geçti, Aphex Twin'e merhamet göstermedi bile. En sonunda Pitbull buldu da tüm mahallenin zevki yerine geldi, i know you want me ile inlettik her yeri. İyi ki araya kopmalı müzik de atmışız, yoksa "sıçarım senin teybine!!" diyerek bırakabilirdi adam bizi öyle mel gibi.

Sonrasında o berbere gitmedim bir daha, zaten uyukluyordur yine, ama benim 10 senelik arkadaşımla kapışır, "janseti ben senden daha iyi tanıyorum laan!!" diye kafa göz dalabilir. Teypçi de bizi istemez sanırım, "aha o garip müzik dinleyen fordçu lan bu" der. Yine de bilgisayardan silinemeyen virüs gibi sizi hatırlıcam sanırım. Sizinle yaşadığım zorunlu sessiz anları düşündükçe arkadaşlarımı daha çok sevicem. Sokaktan geçen egzoz düetli arabesk müzikleri duydukça dinlediğim müziğin sesini sonuna kadar açıcam.