27 Kasım 2011

Avada Kedavra

Anneannemin evinin girişinde açık kahverengi, sarı tonlarda bir çekyat vardı; hemen arkasında da 4-5 raflı bir kütüphane. O çekyata çıkıp kitaplara bakardım hep. Dayımın birçok kalın kitabı vardı orada, okumaya korkardım, daha yaşım küçüktü.

Bir gün yine kitaplara hayran hayran bakarken yanıma dayım geldi. Elinde çok da kalın olmayan 2 kitap vardı. Bana uzattı ikisini de "bak bunlar senin ilgini çeker" dedi. Aldım baktım. Kapakta gözlüklü bir çocuk vardı. Alnında şimşek işareti, altında da bir süpürge. İlgimi çekmişti gerçekten. Benden 1 yaş küçük kuzenim de merak etmişti kitabı. Biraz okumuştu ama birkaç gün sonra top oynamak ona daha mantıklı gelmişti sanırım. Daha dinamik bir çocuktu, zaten oldu olası kitap okumayı hiç sevmemişti.

Böylece kitaplar bana kalmıştı. O gün kitapları okumaya başlamıştım ve uzun süre de elimden bırakamamıştım. Sanırım hayatımda bir seriyi hiç bu kadar hızlı okumamışımdır.


Yıllar geçti, Ankara'ya taşındık. Seri hala devam ediyordu tabi. Dayım ise beni bu batağa bulaştırıp çekilmişti. Kitap pahalıydı herhalde ki ilk korsan kitap alma maceram 4. kitapta ortaya çıktı. Sınıfımıza yeni gelen bir çocuk vardı, adı Ali'ydi, biz ona Cin Ali derdik. Lakabını da sonuna kadar hak ediyordu. 4. kitap çıkmıştı ve bizim Cin de dahil olmak üzere çoğu arkadaşım kitabı okuyordu. Benim de geri kalmamam gerekiyordu. Gittim kitabı nereden aldığını sordum Cin'e, tanıdığı bir korsan kitapçı varmış, oradan almış. "İstersen yarın götüreyim seni, oradan alırsın" dedi, çok iyi çocuktu.

Son derst bitti, Cin ile yola düştük. Geç olmamasına rağmen hava kapkaranlıktı, yani korsan kitap almak için hava koşulları elverişliydi. Cin yol boyunca espriler yapıyor , beni güldürmeye çalışıyordu, ama ben içten içe tırsıyordum. İllegal bir şey yapıyorduk. Korsan kitap! Nihayet korsan kitapçıya geldik, yerde bir tezgah vardı. Başındaki adam sürekli sağa sola bakıyordu. Cin, adamın yanına gitti hemen, selam çaktı. "Benim aldığım vardı ya geçen, ondan alcaz abi, var mı?" diye sordu. Adam telefonla birini aradı, "az sonra gelir" dedi. 5 dakika sonra elinde kitapla bir adam geldi. "Ne kadar?" diye sorduk. "20 lira verin yeter" dedi. İndirim mi yapmıştı bilmiyorum, normalde ne kadar yetiyordu acaba.. Neyse parayı verdik ve oradan tüydük. Eve geldiğimde hatırlıyorum da üstümü bile değiştirmeden koltuğuma oturmuştum. Kitabı okumaya başlamıştım. O gece yarısını, sonraki gece de diğer yarısını bitirmiştim.

Harry Potter serisi benim dönemim için en güzel serilerden biriydi. Bazı insanlar için pek çok şey ifade ediyor aslında bu seri, çünkü birlikte büyüdüğün bir arkadaşın gibi oluyor. Diğer yandan ise haylice çocukça görülüyor ve dalga geçiliyor. Bu bazı değerlerimizi sahiplenmemizle ilgili bir durum sanırım.


Seriyle ilgili anım çok aslında, ama kitaplarıma bakınca gözümün önüne hep bu ikisi gelir. Filmi izlediğimde ise benim açımdan en güzel sahne 4. filmdeki Voldemort'un yeniden doğuşu ve Harry ile olan konuşmalarıdır. Bu sahne birçok Harry sever için önemlidir, çünkü Voldemort'u ilk kez fiziksel olarak izleme şansımız olmuştu. O sahnede Voldemort, Harry için "I want to see the lights leave your eyes" diyor. Bu yıllar yıla süregelen nefretini tanımlayan bir cümle gerçekten. Harry'e duyduğu içindeki o nefreti sözlere döküyor Voldemort.

Seri hakkında klasik olarak "bu kitabı J.K. Rowling trende yazmaya başlamış, işte Hogwarts'a giden o tren de buymuş" gibi şeyler duymuşsunuzdur zaten. Bu kadının 7 kitaplık serideki inanılmaz detayları, gerçekleri öğrenince beyninin durmasını sağlayan durumları bir anda oturup yazmaya başlaması da bana enteresan gelir. Zaten böyle olmamıştır da hep böyle söylendi.

>>Kitapta geçen masonik ögelere değinmek istiyorum. Şaka şaka.. İsmim çıkar michael sikkofield'e inmez uyumayan ses'e. Var ama! Bilin yani :)

24 Kasım 2011

İnternete niye para veriyoruz?

Kutunun arkasında bir düğme var, ona basıyorsun. Önde bir ışık yanıp sönmeye başlıyor. Birkaç saniye geçiyor, yanındaki ışık da yanıyor. Bir iki derken, 4 ışık ahenkle ışıldıyor. Bu andan itibaren internettesin, "enter"la gitsin.

İnternet olayını ben şuna benzetiyorum: Kalorifer peteğinin dibine bir amca tabure atmış, yakmış sigarasını oturuyor, etrafa bakıyor. Derken biri geliyor “amca ben Facebook'a gireceedim” diyor. Amca vanayı biraz açıyor peteğin, “tamamdır, hade” diyor. Başka biri geliyor “amca ben video neyin izleyecem, Torrent'i kökleyecem” diyor. Amca vanayı sonuna kadar açıyor. Amca vanayı ne kadar açarsa adamlar o kadar para ödüyor.

Her ay internete 70 lira para veriyorum. Gidiyorum da ellerimle o amcaya 70 lira veriyorum gibi hissediyorum. Orayı bellemiş amca, karşılığında verdiği şey de elle tutulur bişe olsa. İnsanda garip bir his uyandırıyor. Amca seni başından savdıktan sonra eve gidiyorsun Google'a yazıyorsun. Şakkadanak açılıyor. Hatta Google'a Google yazıyorsun(örnekleri vardır) Bir keresinde arkadaşım Google'ın özel günler için yaptığı bişeyden bahsediyordu.(mesela bugün de öğretmenler için yapmış) "Güzel olmuş, şuna bir bak" dedi. Msnden google.com.tr yazıp link verdi(hayatımda aldığım en komik linkti sanırım) Ha bi de girmek istediği siteyi Google'a ".com.tr"sine kadar yazan insanlar var. Mesela benim bloguma, kim Google'a tam adını yazıp giriyorsa onu buradan kınıyorum. Yukarıdaki adres çubuğuna yaz gir, gerek yok.(google yazma rekoru kırdım)

İnternet hayatımızın bir parçası haline geldi, şahsen internet olmadan yaşayabileceğimi düşünmüyorum cidden. Hatta bunun konusu South Park'ta geçmişti. İnsanlar, yaşadıkları yerde internet olmadığı için başka şehirlere, ülkelere göç ediyorlardı. Ben o insanlardan olurdum kesinlikle. Düşünsene facebook yok(!) Ne yapcaz sorarım size(!)

Şaka bir yana o kadar dar bir açıdan bakıyorum ki bu duruma, “bu internet nedir?” diye düşünüyorum. “Niye bu kadar para veriyoruz?” Çok saçma geliyor. Size gelmiyor mu?  

17 Kasım 2011

Dil anlayışı

Önce ana dilini öğren; ondan sonra diğer dillere, milletlere laf et.

Arkadaşım bir akşam bana geldi. Muhabbet ettik, benim blogumdan söz açıldı. Blogumu inceledik biraz. Bu blog ne ayak tavrındaydı, diğer blogları da merak etti. Önümüze gelen ilk blogu açtık, okumaya başladık.(blogun ismini vermiyim çünkü hatırlamıyorum, yoksa direkt verirdim yani hehe) Yazının ilk paragrafında ki eki kafasına göre takılıyor; de, da ekleri yeni bir oluşuma bürünmüş. Ayrı yazıldığı halde te, ta falan olmuş.. Arkadaşım yüksek sesle okumaya başladı, ben de içimden okuyorum yazıyı; fakat iki kelime okuyorum, duruyorum. Çünkü yazım hataları var. Kafamda vurguları koyamıyorum, yazıdan gitgide kopuyorum adeta. Arkadaşım ise yazıda hiç hata yokmuş gibi kaptırdı gidiyor. Bütün yazıyı okudu, ben iki cümle okuyamadan kaldım yanında. O an empati kurmayı başardığımı hissettim onun sayesinde. Çünkü yazdığı yazıyı okumayan, Türkçeyi yanlış kullanan insanları aklım almıyordu. Fazla hata bulunan yazıları okumuyordum, değer vermiyordum. Halbuki o da Türkçeyi bu şekilde kullanıyor olmalıydı, yoksa benim gibi takılırdı diye düşündüm. Sanırım dili, kendisi gibi kullanan insanlar daha rahat anlaşıyordu.


Benim alanım dil. Üniversite hayatıma kadar İngilizceyi öğrenmeye adadım kendimi. Şimdi de Rusça öğreniyorum. Dil öğrenirken bir gerçek var: Eğer insan ana dilini bilmiyorsa, başka bir dilde başarı sağlaması mümkün değil. Derslerimize yabancı uyruklu hocalar giriyor mesela. Hiçbiri Türkçeyi iyi bilmediği için ders anlatımında zorluk çekiyorlar. Sadece okuma, yazma dersleri için yararlı olabiliyorlar. Çoğu öğrenci ise çevirilerde zorlanıyor, çünkü ana dilini iyi bilmiyor. Zaten çoğu öğrenci kitap da okumuyor, sadece zorunlu tutulduğunda okuyor. Filolog olacağımız halde, 50 kişilik sınıfta en fazla 2-3 kişi edebiyat olgusunu kavramış durumda diyebilirim.

Dilcilerle muhabbet ederseniz, siz de fark edersiniz. Bu bölümlerde en çok konuşulan konu şudur: "Daha İngilizler kendi gramer kurallarını bilmiyorlar ki...", "Ruslar daha kendi dillerini doğru düzgün konuşamıyorlar ki biz konuşalım ya!!"

Öncelikle insan bu çıkarımı kendisinde aramalı. Sokağa çık bakalım, önüne gelen insanlara sor. "Dolaylı tümleç nedir?", "İçinde ortaç bulunan bir cümle kurabilir misin?". Kaç kişi cevap verebiliyor, gör. Daha biz dilimizi doğru kullanamıyoruz ki elin adamına laf ediyorsun. Ben hiç anlamıyorum bu insanları. O halde yabancılar da Türkçe öğrenmesin. Zaten bizim argo kelimelerimiz, atasözüleri ve deyimlerimiz alayını basar geçer. İçinde birçok ağız barındıran, kısmen dejenere edilmiş, gün geçtikçe benliğini kaybeden, cümle kurulumu bakımından farklı, kelime hazinesi bakımından oldukça geniş bir dilden bahsediyoruz.(ulan!!) 

Neden yok ediyoruz biz bu dili? İnsanların yaptığımız hataları düzeltmesinden neden bu kadar nefret ediyoruz? 

Sınav kağıdını kontrol etmeden hocasına teslim eden öğrenci gibi bir tavrımız var.

10 Kasım 2011

Boş kafalar

Sınıfa hocamızın eski bir öğrencisi girdi. Elinde birkaç dosya vardı, "Hocam iki dakikanızı alabilir miyim?" diye sordu. Hocamıza elindeki dosyaları verdi imzalatmak için. Yüksek lisans öğrencisiymiş, Rusça KPDS'den 90'nın üstünde bir not almış(yani arkadaş rusçayı yalamış yutmuş). Hocamız dosyaları imzalarken bize de bir örnek teşkil etmesi açısından, öğrencisinden iki cümle bişe söylemesini istedi bizim için. Hocamız rusça söyledi bunu, adam yine de türkçe konuştu. Zaten bizim için de önemli bir şey söylemedi, merak edilecek bir durum yoktu. "Ne diyim ki hocam... ııııı... Derslerinize çok çalışın arkadaşlar."

Bunun üzerine benim için o adam, adeta bir gökdelenden aşağı düşmeye başlamıştı. Düşerken bana bişeler söylemeye çalışıyordu, ama sesi gittikçe azalıyordu...


Hocanın bu eski öğrencisi üniversitede okurken de çok başarılı bir öğrenciymiş. Hep yüksek notlar alırmış. Ders aralarında hemen kütüphaneye gidermiş, ders çalışırmış. Zaten KPDS'den aldığı puana bakılırsa da hocanın dediği gibi olmalı. Peki bu yeterli mi?

Karşısındakilere iki cümle kurmaktan aciz bir insan isterse 100 alsın o salak sınavdan, isterse kütüphanede sabahlasın, benim için önemi yok. Ben ona saygı duyarak ve onu dikkat içinde dinlerken bana sarf ettiği "derslerinize çok çalışın" tavsiyesinden yola çıkarak onun nasıl bir insan olduğunu anlamam oldukça basitti. Birkaç yıl sonra bu adam yüksek makamlara gelecek, belki okulda kalacak, profesör olacak ve şu zamana kadar yaşadığı boş hayatın temellerini o çocukların temeline yerleştirecek.

Geçenlerde bir yarışma programı izliyorum. Bir kadın katıldı, çevirmen olduğunu söyledi ve ardından şöyle bir cümle kurdu: "He is very good man". Bu cümleyi 5. sınıf öğrencisi kursa oraya "a" koyması gerektiğini bilir diye düşünüyorum. Bu kadın ise çevirmenim diye geziyor ve göğsünü gere gere söylüyor.

Tahammül edemiyorum bu insanlara... Belli bir yere gelmiş, fakat kafası boş insanlara...

Ben bu insanların ütülü kıyafetlerinden öte o boş beyinlerinden nefret ediyorum.

1 Kasım 2011

Fikir Taneciklerim #8

- Geçenlerde babamla Ankamall'de dolaşırken bir sergiye rastladık. 3. Ulusal Tarım ve İnsan Fotoğraf Yarışması'na katılan birbirinden güzel fotoğraflar sergileniyordu. Pek ilgi toplamadığını gözlemledim, zira bizden başka tek tük kişi dönüp de fotoğrafları inceledi. Aslında o kadar başarılı çalışmalar vardı ki takdire şayandı. Aşağıda görmüş olduğunuz fotoğraf yarışmanın birincisine ait. Mükemmel bir kompozisyon. Babamla nutkumuz tutuldu adeta. Öndeki çocuğun o gülümseyen, canlı kanlı yüzü; hemen arkasındaki hayvanların dinamizmi; arkada dumanlar içinde saklanmış iki figür ve bir yanda ise bu sıcaklığın içinde, içimize soğuğu işleyen karlı bir tepe. Bu anı, kareye sığdırmaktaki o yeteneğe insan hayran kalıyor. Hayata bakış açısını farklılığını gözler önüne seriyor. Ayrıca fotoğrafın Van'da çekilmiş olması da değerine değer katıyor diye düşünüyorum.
Ahmet Fatih Sönmez - Van

- Bu haftayı kültür-sanat haftası ilan ettim. Dün Tosca'yı izlemeye gittim, yarın da Ali Baba ve Kırk Haramiler prömiyerindeyim. Tosca operasının gittiğim en güzel opera olduğunu söyleyebilirim. Dekorlar, müzikler ve oyuncuların sesleri şahaneydi. Ciğerlerimde hissettim seslerini. Birkaç tiyatroya da gidersem Yekta Kopan kıvamına gelirim diye düşünüyorum.

- Üst kattaki komşuyla daha bir kelime etmişliğim yok ama aramızda mükemmel bir bağ var. Hala balkondan kocaman halısını silkelemeye çalışan biri varsa o da benim komşumdur. Sabah akşam fark etmez, kadın alıyor halıları, tam da benim odamın önüne doğru silkeliyor. Sonra televizyonu açıyor, her gün yerleri süpürüyor. Arada sırada torunu geliyor sanırım, bebek çığlıkları duyuyorum geceleri. Kapılar pat küt kapatılıyor. Ama bir gün olsun çıkıp şikayet ettim mi? Tabi ki hayır. Ben de kafama göre müziğin sesini açıyorum. Camlar titriyor. Oyun oynarken kızıyorum, duvara yumruk atıyorum.(evet multiplayer oynarken deliren insanlardanım ben) Kadın da bir gün olsun gelip bana bir şey demedi. Karşılıklı hoşgörüyle kafamıza göre yaşıyoruz açıkçası; fakat anneme bu durumu anlatamıyorum. Üst kattaki komşu ile aramızda olan bir durum bu.

- Evimin önündeki yola sağlı sollu merdiven yapıldı, kışın Dikmen'in yokuşları nasıl oluyor tahmin edebilirsiniz diye düşünüyorum. Geçenlerde okuldan geliyorum, baktım evimin karşı tarafındaki merdivenleri tamamlamış ustalar. Hemen karşıya geçtim, “hmmms hmmms” diye diye merdivenlerden aşağı indim. Güya nasıl yapılmış merdivenler, konforlu mu onu test ettim. Ulan kocaman mis gibi yol işte, insene oradan, kar yok bişe yok. Tam Türk gibi hissettim, kendime güldüm baya.

- Dolmuşa bindim, muavin koltuğuna geçtim. Şoför şişko, kel, kirli sakallı ve "direksiyon sallamaktan gına geldi ulan" bakışları atan bir insan tadında. Usul usul gidiyoruz, amca o kadar yamulmuş ki verilen parayı alması 5 saniye rötarlı gerçekleşiyor. Dikmen'in güzide yokuşlarından birini çıkmaya tam başladık ki kadının biri inmek istedi, "müsait bir yerde" dedi. Bizim şoförden tık yok. Kadın yine "müsait bir yerde" dedi. Bu defa şoför göz ucuyla dikiz aynasından kadına baktı. Ben de merakla olayı gözlemliyorum. Çünkü dolmuşun durmasına imkan yok, dursa kalkamaz, öyle bir yokuştayız. Kadın yine "müsait bir yerde" dedi. 5 saniye geçti, bizim şoför "nasıldurayımburadahiçdurulurmuyoksadolmuşkalkmazalalala" dedi. Düz yola gelince durdu, açtı kapıyı. Ben de yan aynadan kadına bakıyorum bu esnada. Kadın tam inmek üzereyken "pisk" dedi. Pislik demek istemişti, ama o heyecan ve dolmuştan inme süresine oranla ancak o kadarını demeyi başarabilmişti. 5 saniye geçti, bizim şoför döndü bana "ne dedi o?" diye sordu. Durumu kurtarmak bana kalmıştı, nihayetinde muavin koltuğundaydım. "boş ver abi ya, yokuşun ortasında inmek istiyor, sen devam et" dedim. 5 saniye sonra adam bir hışımla vitesi taktı bire, yoluna devam etti. Demesem inip kadına dalacakmış gibi bir bakışı vardı.


- Sen hiç gözlerini ovuştururken korktun mu? Ben elimi gözüme her atışımda bi durup düşünüyorum lenslerim gözümde mi diye. Çok korkunç bir durum, bilemezsin. Gözünün kenarına sıkışmış bir lensi, kıpkırmızı gözünden çıkarmaya çalışmak kadar acı veren bir şey de yoktur ha.

- Ben her gün Balgat'taki sular altında kalan alt geçidin önünden geçiyorum, aklıma o suyun içinde canını kurtarmaya çalışan insanlar geliyor. Güvenpark'ta patlama olan yerin önünden geçiyorum. Dışarı sigarasını içmeye çıkan, bir anda vücudunun parçalara ayrıldığı adam geliyor aklıma. Her şey çok çabuk unutulur oldu. Yeni gelen haber, eski haberin önüne geçiyor. Gün geçtikçe dünya yaşanılmaz bir hale geliyor, hayatlarımız değersizleşiyor.

-Yanlış kişiyle olmaktansa yalnız kalmayı tercih etmeli insan.