18 Temmuz 2013

Size bir sorum var

Gergin bir bekleyiş var stüdyoda. İçeride eli butonda bekleyen adam gerilimi sonuna kadar yaşatmak istiyor bize. Saniyeler dakikaya dönüşüyor. Zaman akmıyor sanki. Herkes küçücük kutudaki sarı renge bakıyor. Tek dileğimiz onun yeşile dönmesi. Süregelen heyecan rejinin butona basmasıyla bitiyor ve kutu yeşile dönüyor. Yarışmacı gözlerini yumup derin bir nefes çekiyor içine. Hafiften gülümsüyor. Elleri saçlarının içine giriyor. İki eli başında bakışlarını yukarı kaldırıyor. Yukarıdaki ilahi güce tapıyor adeta. Teşekkür ediyor. Herkes alkışlıyor. Dokuzuncu soruyu biliyor ve barajı geçiyor. On beş bin lira artık cebinde. Kenan Işık da gülümsüyor. Yarışmacısından gurur duyuyor. Televizyonunun karşısında, g.tü devirip yatan Kerem ise cevabı çoktan bilmiş, dibini yediğini cipsine eşlik eden kolasını fondip yapıyor. İçi yanıyor. Evde tek başına. Seyircilerin alkışını hiçe sayacak desibelde geğiriyor. Öyle bir geğiriyor ki bitmek bilmiyor. Saniyeler dakikaya dönüşüyor. Zaman akmıyor sanki. Göbeğini kaşımaya geçtiği anda Kenan Işık cevap sonrası klasik yorumlarını sıralıyor ve reklam giriyor. Elleri cipsli Kerem, televizyonun kumandasına uzanıyor, başka kanala geçiyor, kumandayı yanına atıyor. Su yolunu bulur; kumanda hemen minderlerin arasından koltuğun iç kısmına, uzun süre kumanda aranıp da bulunamayınca akla gelen o ıssız iç kısma düşüyor. Belki de uzun süre orada yaşamına devam edecek. Kerem ise hiç kuşkusuz uzun süre böyle bir yaşama devam edemeyecek. Günde iki paket sigara ve kola ile ömür mü geçer size sorarım. Program tekrardan başlıyor, Kerem kanala dönüyor. Kenan Işık “işte onuncu soru ekranlarda” diyor. Soru hakkında Kerem’in hiçbir fikri yok. Cevaplar çıkınca içine doğan cevabı kendi kendine söylüyor. Sonunda söylediği cevap çıkarsa “ben bilmiştim” diyecek ve bu gece rahat rahat uyuyacak. Görünüşe bakılırsa yarışmacının da soru hakkında bir bilgisi yok. Kerem’in devrik g.tü olduğu yerden biraz kalkıyor. İçinden gülüyor. Yarışmacı çekilme kararı alıyor ve “devam etseydiniz hangi şıkkı söylerdiniz” dönemi başlıyor. C şıkkını seçiyor yarışmacı. Kerem ise B şıkkını çoktan sarıya çevirmişti. Reji bu sefer gerilimi makul bir seviyede tutuyor ve üç saniye geçmeden C şıkkının doğru olduğu ortaya çıkıyor. Yarışmacının gözleri doluyor. Seyirciler hep birlikte “aaaaaaaa” diye feryat ediyor. Kenan Işık ise üzgün, “hiç olmazsa barajı geçtiğiniz için...” diye başlıyor. Kerem ise televizyon karşısında hass.ktir çekiyor. Kalkık g.tü devrik haline geri dönüyor. Program bitiyor. Kerem kanalı değiştiriyor. Aslanlar yalnız başına bir zürafa bulmuş, üstüne zıplıyor. Kerem mutfağa gidip bir bardak daha kola alıyor. Yanına sigara yakıyor. Dumanı içine çekiyor.


Her şey televizyon karşısında olduğu gibi rahat mı, dertsiz ve kolay mı?

11 Temmuz 2013

Ben sizi karıştırdım

“Hooop Yeni Rakı!” dedi gözlerime bakarak. Benim gözlerim fal taşı gibi açılmış, onunkiler ise suya dalıp çıkmaktan kıpkırmızı olmuştu; yine de gözlerinin içinin güldüğünü rahatlıkla görebiliyordum. Ben de ona eşlik ettim gözlerimle gülerek. Zira durum komikti. Bir şakadan ibaretti ya da öyle olmalıydı. Elinde 70lik Yeni Rakı ile bana bakıyordu. Yanımızdaki iskeleden çocuklar bombalama üzerime atlıyordu. Rakı adeta bir kupa gibi kuzenimin ellerinde havaya kalkmıştı, hizasındaki Güneş ise yüzüme vuruyordu. Kuzenim ve birkaç arkadaş ile tatildeydik, denize gelmiştik. Tek eksik olan şey kanımıza hücum etmesini istediğimiz alkoldü. O da şimdi kuzenimin elindeydi. Kanım kaynamıştı.

Sayısını unutmuştum, ama kuzenimin gözlerine bakılırsa şişe bulma yarışması zıvanadan çıkmıştı. Biraz daha devam etseydik, kuzenim geri kalan hayatını bir çift kırmızı gözle devam edebilirdi. Güneş tam tepemizdeydi. Acımasızca bizi yakıyordu. Gençlik ateşi, denizden çıkmıyordu. Balık Adam rolünü kuzenim üstlendiği için yardımcısı rolünde hep ben vardım. Uzun eşek oynarken yastık, deve güreşi oynarken üstte, kart oynarken dağıtıcı, acıkınca simit almaya giden ben oluyordum. İçtiğimiz su şişesinin içine kum doldurunca uzun sürecek bir aktivitenin içinde bulmuştuk kendimizi. Başta sığ sularda başlayan macera, açık sulara taşmıştı. Arkamızda bizi gözetleyen bir ailemiz yoktu. Yoksa yarım saat önce kıyıyı neredeyse görmeyecek şekilde açılmamız sonrasında evin yolunu çoktan tutmuştuk bile. Açılmak zaten babaya, dayıya has bişeydi. Sadece onlar denizde o kadar açılabilirdi. Slip mayolarını meydana çıkartıp daldıkları gibi 20 metre deniz dibinden giderek çok havalı bir şekilde denizden çıkarak hızlı kulaçlarla açılırlar ve saatler sonra kıyıya gelerek mangal yakmak için hazırlanmaya başlarlardı. Onların varlığında deniz acıkması mangala dönüşürken, onlar yokken domatesli ve peynirli ekmek arası yanında kola içilir, bazen de bunlara karpuz eşlik ederdi. Ne yalan söyliyim, dayı veya baba veya eniştenin varlığını her zaman seven kişi olmuştum ben. Bütün gün denizde yorulup kıyıda yenen tavuk kanatın, köftenin tadı ayrı olurdu. Şimdi ise hiçbiri yanımızda değildi. Kuzenim ve 70lik Yeni Rakı ile paralel evrende hapsolmuştuk. Rakıya odaklanmış bir kamera ve arkadaki flu görüntü geldi aklıma.

“Nereden buldun oğlum onu?” diyebildim. O da sanki bu duruma şaşırmıştı. “Ne biliyim ya, bi daldım, bizim şişeyi ararken, bu şişeyi buldum. İyi olmadı mı?” dedi. İyi mi olmuştu, kötü mü olmuştu, o an kavrayamadım. Zira gecenin sonunda bu soruyu kendime tekrardan soracaktım.

Tenimiz yanmış, çantada 70lik Yeni Rakı ile eve dönüyorduk. Bütün gün sudan çıkmadığımız için yorgunluktan bitap düşmüştük. Kuzenim bütün yol boyunca eve girme taktiklerini bana aşıladı. Eve 1-1 dizilişiyle girecektik, yani peşi sıra. Böylece yakalanma riskimiz azalacaktı. Kuzenim kapı zilini çalmaktan, rakının evde kavuşacağı gizli bölmeye kadar bana oyun planını anlatmıştı. Elimizde iş bitirici bir forvet (Yeni Rakı) vardı, bu maçı almamız gerekiyordu. Evdeki hesap çarşıya uymaz derler, ama o gün planlarımız istediğimiz gibi gitmişti. Adım adım uygulanan plan sonrasında karşı sahaya geçmiş, forveti kaleciyle karşı karşıya bırakmıştık. Geriye forvetin şutu gole çevirmesi kalmıştı.

Gece olduğunda “biz biraz dolaşcaz” vaadiyle evden çıkıp arkadaşlarla buluşmuştuk. Ellerinde şarap (köpek öldüren), bira (efes tombul) ve biraz da kuru yemiş vardı. O gece ilk kez rakı içmiştim. Bi duble içtikten sonra tadını beğenmeyip “ben şarapla devam edicem” demiştim. Şarabın yarısını içip biraz da bira içmiştim. Müthiş bi karışım yapmıştım. Sonrası bildiğiniz şeyler. Bundan yaklaşık 2000 bin yıl önce Kopernik, Dünya’nın döndüğünü iddia etmiş. Ben de o gün Kopernik’in kesinlikle haklı olduğuna kanaat getirdim. Çünkü Dünya dönüyordu. Hatta oldukça da hızlı dönüyordu. Eve gidip yatağa yatıp sabah kalkıncaya kadar da durduğunu hiç hissetmedim. Bu kadar hızlı dönüşü beni kötü yapmıştı. İlkleri yaşadığım günde, ilk kez de kusuyordum. Kapladığım alanı doldurduğumda, üstüm başım da nasibini almıştı. Nasıl ki Dünya’yı durduramıyorsak, beni de kimse durduramıyordu. O döndükçe ben kusuyordum.

Aynı saatlerde iskelenin üstünde bir adam sinirden kan kusuyordu. Hemen altında suya dalıp çıkan adama bağırdı: Nerede lan bizim şişemiz?. Sudaki adam cevap verdi: Abi vallahi burada yok. Ayağının dibine bırakmıştım soğusun diye. Gitmiş. Çocuklar yürüttü galiba. Boğazlarında kalır inşallah!..

Boğazımızdan geçmişti ama midemizde kalmamıştı. O kesindi.

6 Temmuz 2013

Kan Yazı

Yüzüne haykırdım. "Yazamıyorum diyorum size! Beni anlamıyor musunuz ha?". 

Çok sinematik bir durum oluşmuştu bir anda. Tepkimi düzgün Türkçem ile birleştirince ortaya böyle bir sonuç çıkmıştı. Birkaç saniye kendine gelemedi. Üstüne çeki düzen verdi. Yaka paça tutup sinirle koltuğuna doğru itmiştim onu. Beyaz önlüğünün tek düğmesini ilikledi. Hafifçe ayağa kalktı ve ellerini beline koydu. Anlıyorum, dedi. Anlamadığı gözlerinden okunuyordu. "Bu sık karşılaşılan bir durum. Parmaklarınızı uzatır mısınız?". Ricasını geri çevirmedim, parmaklarımı uzattım. Yeni nesil iki kutu çıkardı çekmecesinden. Parmaklarımı kutulara soktu. Göz göze geldik. 34 saniye boyunca tek kelime konuşmadık. Sadece önlüklü fotoğrafının bulunduğu eski bir çerçevenin yanındaki modern saatten gelen tik tak sesleri sessizliğimizi bozuyordu. Tahmin ettiğim gibi, dedi. Tahminini paylaşmadan önce karşısındaki insana yapılan zulmün cümlesiydi bu. Eeee, diyerek gözlerimi devirdim ve tahmini bekledim. Reklama girmek üzere olan bir yarışmanın heyecanı vardı içimde. Siz... siz yazamıyorsunuz, dedi. Aklım çıkmıştı. Hayır, tahmini sonucu yazamamama değil,  bir saat için ödediğim 255 dolarlık ücrete aklım çıkmıştı. Var olan bir şeyi şu an yeni anlamış, teşhis koymuş ve beni kurtarmış bir tavrı vardı. Yani demek istediğim: Siz yazamıyorsunuz ve hiçbir zaman da yazamayacaksınız, dedi. İşte aklım şimdi yerine gelmişti. Hiçbir zaman yazamamak? Ellerim titredi. Umutsuzca parmaklarıma tek tek baktım. Lisedeyken top çarpıp yamulan orta parmağıma daha dikkatli baktım. Suç onda olabilirdi. Sinirim dinmiş, yerini şüphe almıştı. Doktora bir şey demeden ayağa kalktım, kapıyı açıp çıktım. Sinema sahnesini devam ettirmek istiyordum. Şu an odada bir kamera olsa, açık kapının karesinden benim yavaş yavaş yürüyüşümü ve geri kalan hayatıma duyduğum çaresizliği güzel bir şekilde yansıtabilirdi.

O gün eve gitmek istemedim. Doğruca kendimi Boğaz'a attım. Hava daha yeni aydınlanıyordu. Sürekli aynı şey dönüyordu kafamda. Hiçbir zaman yazamamak. Gözlerimin önündeki perde kalktığında Boğaz kenarında bir kafede oturmuş elimde ince belli bir bardak, çay tutuyordum. Beni kendime getiren şey çayın sıcaklığıydı. Orta ve baş parmağım yanıyordu. Yanmasına izin verdim, bugünden sonra bir işe yaramayacaklardı ne de olsa. Bir yudum aldım çaydan. Rüzgar, deniz kokusunu burnuma getiriyordu. Derin bir iç çektim. Ne yapacağımı düşünüyordum. Şimdi ben bu durumu aileme, arkadaşlarıma nasıl anlatacaktım? -Anne? -Efendim, oğlum? -Bugün doktora gittim, bir daha yazamayacağımı söyledi... Acaba ben mi abartıyordum? Belki de beni normal karşılardı. Olur öyle, der ve giderdi. Yemeği hazırlar, hadi gel yemek hazır diye bağırırdı. İyice içime sıkıntı basmıştı. Eve gitmeme kararı aldım. Hiçbir zaman eve gitmemek.

Yolda amaçsızca dolaşmaya başladım, bütün günümü yürüyerek geçirdim. Gidip doktoru öldürmeyi düşündüm. Sinirim geçmiyordu. Bu hastalığı benden başka sadece o biliyordu. Onu ortadan kaldırmalıydım. Böylece sorun çözülürdü. Her şey aniden oldu. Dönüp koşmaya başladım. Cebimde bir kalem vardı. Yazdığım günlerden kalma eski bir kalemdi bu, iş görür diye düşündüm.

Doktorun kapısını yavaşça çaldım. Kalbimin ritmi ile kapıya vuruşum hiç örtüşmüyordu. Profesyonel bir katil gibi hissettim kendimi. Soğukkanlılığımı koruyordum. Birkaç saniye sonra kapı açıldı. Doktor beni karşısında görünce oldukça şaşırmıştı. Üzerindeki önlüğü çıkarmış, sivil kıyafetlerini giymişti. Mesai bitmişti anlaşılan. Bir yere mi gidiyorsunuz Doktor Bey? Sizinle işim henüz bitmedi, dedim. Cebimdeki kalemi çıkartıp boğazına sapladım. Gözleri kocaman açıldı. Zorlukla boğazındaki kalemi tuttu. Yavaşça aşağı iniyordu, dizleri boşalmıştı. Nefes alamıyor, boğazından adeta kırmızı bir şelale akıyordu. Dizlerinin üstüne düştü. Kapının eşiğinde can çekişiyordu. Sırrımı boğazına gömmüş, kanının akmasını izliyordum. Kanı aktıkça yazdıklarım birer birer siliniyordu defterlerimden. Kelimeler uçup gidiyor, kayboluyordu. 3 dakika 50 saniye boyunca bacaklarımı tutarak nefes almaya çalıştı ve can çekişti. Yazamama suçunu ona atmıştım. Yer, kan gölüne dönmüştü. Görüntü karşısında parmaklarımdan kan çekildiğini hissetmeye başladım, akanın parmaklarımdan gelen kan olduğunu anladığımda doktor çoktan ölmüştü. Vücudumu, doktorun yanında buldum. Yanına kıvrılmıştım. Parmaklarımdan başlayarak bütün vücudum kana karışıyordu. Yok oluyordum. Doktorun gözlerine baktım, sonra da yok olan parmaklarıma. Şimdi onu anlamıştım. Son nefesimde ise onu onayladım. Hiçbir zaman yazamamak.