Klimaya bakıyorum. Kumandası elimde. Güneş var, kar tanesi var, bir de yağmur damlası. Katalitiğin dibinde çömelmiş 3 dakika sol tarafımı, 3 dakika sağ tarafımı ısıtıyorum. Bazen arkamı dönüp sıcağı arkadan yiyorum; lakin yetmiyor. Katalitik, 2 metrekarelik alanın dışına ısı yaymadığı için Hollywood yapımlarındaki doğal afetleri aratmayan sıcak-soğuk dengesini odada bizzat yaşıyorum. İçinde bulunduğum 2 metrekarelik alan Alanya sıcağını yaşarken, geriye kalan alan Novosibirsk'te -30 dereceyi hissettiriyor. Çocuk olduğum için 2 metrekarelik alan benim hakkım. Çünkü ısınmaya herkesten çok ihtiyacım var. Evde de zaten ben ve anneannemden başka kimse yok. Anneannem büyük bir cesaret göstererek az önce kendini cephede ileri attı ve mutfakta bana yemek hazırlıyor. Ben de klimanın aslında kışın da kullanabileceğine dair kendimi ikna ediyorum. Anneannemin gelmesiyle bu düşünceleri ona da aşılıyorum. Klimayı niye açtın, diye soruyor. Isınmak için, diyorum. Klimanın yapabileceklerini gözlerimi kocaman, ellerimi geniş geniş açarak anlatmaya çalışıyorum. Müthiş bi çelişki içindeyiz. Açma bak bozacaksın, diyor. Dinlemiyorum. Klima çalışmaya devam ediyor. Önce soğuk üflüyor, sonra güneşe basıyorum. Güneşin beni ısıtmasını umuyorum. Klimadan garip sesler gelmeye başlıyor. Belki de önce kendini ısıtması gerek? Derken klima kendi kendini kapatıyor. Fazla ısındı belki de? Dumanlar çıkıyor içinden ve anneannemin dediği gibi "bozuluyor"!!
Söz dinlemez bir çocuk muydum, diye düşündüm. Usluydum. Belki de ailem bana karışmadığı için uslu gibiydim. Gözlem yaparak değil, deneyim ederek öğrendim çoğu şeyi. Deneme-yanılma hayatımın en büyük gerçeğidir.
orta-kafa-gol (temsili)
"Saat kaç oldu? Sizin eviniz yok mu? Hadi ses yapmayın, evinize gidin" dedim beşinci kattan. Belki beşinci kattan söylemem, belki de sesimin yeterince yüksek çıkmamasından kaynaklı bi umarsızlık vardı çocuklarda. Kaleci hiç oralı olmadı. Ortacı ve kafacının biraz dikkatini çekebilmiştim. Onlar da lafım bittikten sonra top oynamaya devam ettiler. Saat 23.14'tü. Ben bu saatte, onların yaşındayken bilmem kaçıncı rüyamı görüyordum. Çocuklar sokakta top oynamaktan, profesyonel futbolcu hayatına, daha da ileri gidip Dünya Kupası'nda ülkesini temsil edecek bir başarıya ulaşabilecek çocuklar da değillerdi . En fazla bundan on sene sonra Mert, Hüseyin, Mehmet gibi arkadaşları ile halı sahada top koşturacaklardı. Bizim sokaktan Neymar'ın yetişmesini beklemiyordum. Öfkemin kaynağı buydu. Sabahlara kadar orta-kafa-gol üçlüsünü sürdürmenin ne alemi vardı? Küçük uyarımı yapmamdan tam dört dakika otuz iki saniye geçmişti ki bir daha pencereye çıktım. "Oğlum anlamıyor musunuz? Uyuyoruz lan burada! Yürüyün gidin lan evinize zibidiler!!" dedim. Bu sefer kalecinin de ilgisini çektim; fakat "hadi lan oradan" der gibi bi hareket yaptı bana. Birinci katta oturmadığıma dua ettim. Zira üstümdeki donla pencereden atlayıp çocuğu gırtlaklayabilirdim. "Aşağı iniyorum ulan bekleyin!" dedim. Ayağıma terliğimi geçirdim, soluğu sokakta aldım. Evden nasıl çıktığımı hatırlamıyordum. Sokağa indiğimde bana üç kişi sürpriz yaptı. Üç çocuğun üç abisi de karşımda duruyordu. Saklandıkları karanlıktan çıkmışlardı. "Oğlum size kaç kere dedim, bak, arayalım şu belediyeyi. Buraya güzel bi yer yapsınlar. Size de yazık sokak arasında oynuyorsunuz, araba geçiyor hep. Geç oldu ama, dur, ben çıkıp şu adamı bir daha arayayım" dedim. Boşluktan yararlanıp tüydüm. Evden nasıl çıkıp sokağa indiysem, aynı hızda eve geri döndüm. Kulağıma tıkaç taktım. Deliksiz bir uyku çektim.
Ankara'da gecekondu hayatı yaşarken hayatım sokaklarda geçiyordu. Dersimi yapıp hemen kendimi dışarı atardım. Annem babam işten gelinceye kadar top oynardım. Çocukluğumu tasoyla, topla, saklambaçla, eriğe dalarak, dut ağacına tırmanarak, bisiklete binerek, kızlarla dansa davet oynayarak geçirdiğim için çok mutluyum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder