"Peki Erkut, what's it's shape?(bu şekil ne?)" sorusuna çocuk biraz düşündü. Soru yan masadan gelmişti. 5 kişilik bir ailenin en küçük bireyine, Erkut'a sorulmuştu soru. Karşımdaki kız ya benden nefret ettiğini ya da bana aşık olduğunu anlatıyordu, bilmiyorum; ama yan masadan gelen sorunun cevabını çok iyi biliyordum. Erkut cevabı tam anlamıyla "yapıştırdı!". It's a square!(O bir kare), dedi. Tüm aile alkışladı. Bu sayede yan masaya bakma hakkımız oldu. Çünkü bu tip sessiz yerlerde yapılan sesli gösteriler tepki toplardı. Genelde kaşlar kalkık "noluyor yahu" bakışı atılırdı. Biz de işte bu bakışı attık. Bize eşlik eden iki masa daha vardı. Herhalde geriye kalan 7 masa Avrupa görmüş kişilerdi. Çünkü Avrupa'da bu normal bir hareketti. Kendi halinde, sessiz bir metroda bağıra bağıra konuşan iki kişi o insanlara sıcakkanlı, sevecen insanlar olarak görünüyordu. Biz ise bu tipleri hiç sevmezdik.
"Good boy, well what's it's shape?" diye yine sordu annesi. Çantasında bu küçük cisimleri taşıyan çılgın bir anne. İngiltere görmüş, aksanından anlaşılan, etrafındakilere çocuğunun ne kadar zeki olduğunu göstermekten zevk duyan bir anne. Böylesine zeki bir çocuğun da zaten bu kadar zeki bir annesi olabilirdi ancak, diye içimden geçirdim. Oğullarının ismini yanlış koymuşlardı. "Zeki" olmalıydı. Erkut bu sefer pek düşünmedi, bildiği yerden gelmişti soru. "It's a triangle(O bir üçgen)" dedi. Yine alkış kıyamet. Bu sefer bizim masa dahil üç masa da dönüp bakmaya tenezzül etmedi. Avrupalılaşmaya atılan ilk adımdı bizimkisi. Aile ise Avrupa sınırlarını aşmış, kendi bağımsızlıklarını ilan etmişti. Bayraklarındaki sembol, Erkut'un içinde bulunduğu Migros tipi mini araba olabilirdi. Yeşil zemine kırmızı araba. Kral Erkut. Anne Kraliçe. Marşlarında geçen kare ve üçgenler. Kafamda çılgın fikirler vardı.
(temsili)
Ayağa kalkıp tuvalete giderken düşüncelere dalmıştım ve ailenin bulunduğu masaya bakıyordum. Masanın etrafında Erkut yoktu ama. Ayağımla arabasına çarpıp üzerinden geçtiğimde, aslında tam da önümde durduğunu anladım. Ailesi hep bir ağızdan çığlık attı. En büyük çığlık annesine aitti. Oğlunun üzerinden 2 metrelik bir orman devi geçmişti sanki. Oğlu ezilip ölmüş olabilirdi. Hayır Einstein, bu yaşta ölemezsin, daha çok küçüksün! Ben ise ölmediğime dua ettim. Çünkü ayağımı arabasına fena çarpıp düşerken de bir masanın ucuna kafasını vuran bendim. Sırtüstü yere düştüm. "Ouch" dedim. "Ah" da diyebilirdim. Demedim. Avrupalılaşmaya atılan üçüncü adımım da bu talihsiz kaza ile gerçekleşmişti böylece. Hafif başım döndü. Ailesi Erkut'un başında, bizim Kışkırtıcı da benim dönen başımdaydı. İyi olduğumu söyledim. Erkut da iyi görünüyordu. Hatta ağzının her yerine bulaştıra bulaştıra yediği dondurmayı yemeye devam ediyordu. Annesi Erkut'u arabadan çıkarıp kucağına aldı ve oturduğu yere döndü. Babasıyla göz göze geldik. Sorry(Üzgünüm), dedim. No problem(Sorun değil), dedi. Ayağa kalktım. Tek başıma lavaboya gidebileceğimi söyledim. Tuvalete gidip s.çacağım halde, hala ellerimi yıkamam gerekiyor, havası veriyordum.
Tuvaletin kapısını kapatıp klozete oturdum. Karşımda saçma bir reklam vardı. Üçgenin içine yazılmış emlakçı ilanı. Triangle, dedim içimden. Yani three angle ve three sides(üç açı ve üç kenar). Üçgenin İngilizce'deki mantık karşılığı buydu. Bunu düşünen 25 yaşında biriydi. Erkut ise 5 yaşındaydı. Ailesi yine de onun, benim yaşımda olduğunu iddia ediyordu çevresine. Tuvaletten çıktığımda önce Erkut'u aradı gözlerim. Ortalıkta yoktu. Ailesi de görünürde yoktu. Gitmişlerdi. Gözlerime inanamadım. Her şey çok çabuk gerçekleşmişti. Erkut'un olmadığı bir yan masa sıkıcı bir yan masaydı. Bana işkence çektiren zalim masaya duyduğum sevgi. Lanet olası Stockholm sendromu. Kendi masama döndüm ve onun konuşmasına fırsat vermeden "bize gidelim mi? Evde 8lik kutu Efes vardı. İçeriz, muhabbet ederiz" dedim. Türk damarım basmıştı. Gözleri güldü. Olur, dedi. Bana aşıktı..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder