27 Ağustos 2014

Çekil

İnsanlara çarpa çarpa yürüyorum sokakta. Neden yavaş bu insanlar? Hayatlarında durgunluk seziyorum. O kadar huzurlu ve sakin süzülüyor ki kaldırımda ilerlerken, hayret ediyorum. Aynı insanlar trafikte birer canavar oluyorlar. Kaldırımda geçen hayatları, aksine trafikte son sürat gidiyor. Küfürler havada uçuşuyor. Dikiz aynasından kesişiyorlar, sağa sinyal vermeden geçiyorlar. Ben ise trafikte olamayacak kadar sarhoşum. Arkama bakmadan yürüyorum. Olabildiğince hızlı ve umarsız sarf ediyorum adımlarımı. Sağ kolumdaki çanta yeri geliyor 40 yaşlarında başörtülü bir teyzeye vuruyor, yeri geliyor bir delikanlının salladığı tespihe teğet geçiyor. Bu geçiş hayatımda alacağım en büyük risk. Milimetrelerle ıskalıyorum ve yaşamaya devam ediyorum. İnsanlara çarpmaya devam ediyorum; ama sadece sorun teşkil etmeyecek kişilere. Gören bir yere yetişmeye çalışıyorum sanır. Halbuki daha vaktim var. Sadece hızlı ve rahatça yürüme meraklısıyım. Trafikte aniden duran dolmuş, otobüs gibi duruyor insanlar önümde. Arkadan vurmamak için zor duraklıyorum ve arkama bakmadan solluyorum onları. Çantam hala omuzumda. Arada bir kontrol ediyorum cüzdanım içinde mi diye. Kulağımda kulaklık olduğu için telefonumu kontrol etmeme gerek yok. Güya kendimce bir çözüm bulmuş gibiyim telefon hırsızlarına. İsterlerse kulağındaki kulaklığı bile alıp giderler, ruhun duymaz.
Sarı çizgiye basıyorum. Tırtıklı yüzeyinde ayağımı gezdiriyorum. Basılmaktan sarılığı gitmiş. İkaz gücü düşmüş. Anons geliyor: Sayın yolcularımız güvenliğiniz için lütfen sarı çizgiyi geçmeyiniz. Geçmiyorum zaten. Sadece ayağımı uzatıyorum, üzerinde gezdiriyorum. Geçtim sayılır mı? Bence hayır, sayılmaz. Sonuçta bedenen ve ruhen o sarı çizginin arkasına hapsolmuş insanlarız. Tren geliyor. Oturanlar ayaklanıyor. Sarı çizginin üstüne yığılıyorlar. Bir anons daha geliyor; lakin bu seferki anons, çizgi ile ilgili değil: Sayın yolcularımız lütfen inenlere öncelik tanıyınız. Tanımıyorum. Önüme gelen kapının tam ortasında bekliyorum. Kapı açılıyor. Daha inenler inemeden ben trene binmiş oluyorum. Aslında onlar inemeyenler olarak kalacaklar hayatta. İstedikleri yere varmayı bekleyip sonunda inemeyecekler ve böyle hayatlarını sürdürecekler. Çünkü benim gibi saygısız insanlar olduğu sürece o saygılılar bu dünyada barınamaz. Cıkcıklıyorlar beni. Ters ters bakıyorlar. Biri "kardeşim" ile başlayan bir cümle sarf ediyor. Umurumda değil. Benim o trene binmem lazım. Umurumda olan bu.

Tren tıklım tıklım. Hemen yanımda bir çocuk arabası var. İçi dolu. Sahibi de var. Annesi bana bakıyor. Çocuğu ağlıyor deli gibi. Bana bakacağına çocuğuna baksana güzel anne(!) Çocuk hıçkıra hıçkıra ağlıyor; ama anne oralı değil. Dışarıyı seyrediyor. Az sonra yer altına giriyoruz. Camın yansımasından da şimdi bana bakıyor. Başımı başka tarafa çeviriyorum. Çocuk deliler gibi ağlıyor. Öyle hayal ediyorum. Çalan müzik ile müthiş bir senkron kopması yaşıyorum. Çocuk farklı ağlıyor, Steve Vai gitarı farklı ağlatıyor. Biz neden çocuk eğitemiyoruz, diye düşünüyorum. Yabancıların çocukları ne kadar tatlı, ne kadar sakin ve mutlu. Aileleri her istediklerini vermiyor, zaten çocuk da her gördüğünü istemiyor. Bizimkiler neden istiyor? Neden ağlarsa onu elde edebileceğini düşünüyor? Peki ben bunu neden düşünüyorum? Hemen telefonumu çıkarıp başka bir şeyle ilgileniyorum. 3 durak sonra iniyorum. Kapının tam ortasında duruyorum. Yine o anons geliyor ve kapı açıldığı anda çantamı insanlara vura vura trenden iniyorum. Kızıldeniz gibi ortadan yarıyorum insanları ve turnikelerden geçiyorum. Arkadaşım beni bekliyor. El sallıyorum uzaktan görüp. O da el sallayarak karşılık veriyor. Naber, diye soruyorum. Kötüyüm, diyor. Nedenini soramadan "yolda anlatırım" diyor. "Anlat tabi! arkadaşlar ne için var?" diyerek gülümsüyorum. İlk kez bugün birine insan gibi davranıyorum.

21 Ağustos 2014

Boğazımdan dökülen bir damla

Kapının zili acı acı çalıyor. Nasıl yorgunum, anlatamam. Şu kırık yumurtadan fırlayan ördek yavrusunu nereye koymuşlar, bulamıyorum ve zil acı acı çalmaya devam ediyor. Başladığım işi bitirememek beni gıcık eder. Bölünmeler ruhumu zedeler. Whatsapp inliyor, smiley smiley üstüne geliyor; lakin ben hala kahrolasıca ördek yavrusunu bulamadım. Telefonu sinirle havaya kaldırıyorum, duvara fırlatmak istiyorum; ama hafifçe indirip masanın üstüne bırakıyorum. Çünkü 1.600 lira para verdim şu el kadar alete, sakinliğimi korumam lazım. Telefonu fırlatmak yerine İkea'dan aldığım 29,90 liralık mindere bir yumruk atıyorum. Sonra ağzıma doğru götürüp çığlık atıyorum. Susturucu niyetine sesim çok az çıkmış olmalı. Zil artık acı çekmekten zevk alıyor bence. Biliyorum, hem zili çalan kişi hem de zil yaşadıkları ilişkinin doruklarındalar. Hızlıca kapıyı açarak "Ne vaaaaaaaarrrr??!?!?!" diye bağrıyorum. Gelen kız arkadaşım. Bir elinde telefon, bir elinde Migros poşeti. Ağzı yarım açık, şaşkınlıkla bana bakıyor. Beş saniye içinde pes sesim, tize doğru çıkıyor. "Canımmm?". Bu kelime, sıvama oyununun ilk sahnesi. Perde çok şehvetli açıldı, ama küçük kedi şirinliğine doğru gitmekte. Bana hiç cevap vermiyor ve "çekil karşımdan, yıkıl git karşımdan" tarzında bir hareketle beni kapıya doğru ittiriyor. İçeri girmesiyle her yer çamur oluyor. İnsan ayakkabısını dışarıda çıkarır, neyse.. Dışarıdaki soğuk ise içeri giriyor, diyemem; lakin içerisi oldukça soğuk zaten. Müteahhit, bizi düşünmüş; doğalgaz sobasını dahil etmiş güzelim apartmanıma. Ferrari bi güzel almışız; ama içine benzinini koyamamışız sanki. Keşke biraz da gaz yükleseymiş şu sobanın içine.

Salona gidiyorum. Zaten ev bir oda bir salon. Çok uzaklaşmış olamaz. Kız arkadaşım montuyla salonda oturuyor. Üstü başı kar. Yanına oturuyorum. Boğazlı kazağım ve montlu sevgilimle müthiş bir ikiliyiz gerçekten. Telefonuma bakıyor göz ucuyla. İlk cümlesi şu oluyor: Bana neden yazmıyorsun? Açıklama yapmayı düşünüyorum; ama açıklamam absürt kaçacak. Bir ördek yavrusu yüzünden ne hallere düştük. Ördek yavrusu var ya hani onu arıyordum işte, desem bana güler belki ortam neşelenir diye düşünüyorum; sonra vazgeçiyorum. Benden bir cevap bekliyor. Bekleme süresi ortalama 10 saniyedir bu durumlarda. 10 saniyede kıçını kurtardın kurtardın. Yoksa ihtimaller üzerine bir konuşmaya başlar ki başka kızlarla konuşan, onlarla yatan kalkan, ileri gidip biriyle evlenmiş, hatta başka birinden çocuk yapmış ve ayrılmış, haftasonları çocuğunu görmeye giden, karısıyla da zaman zaman konuşan kötü bir baba olabilirsin onun gözünde. Ben bu ihtimalleri düşünürken ve saniyeler 10'u gösterirken telefonuma bildirim geliyor. İşte o an içimden diyorum ki isterse şu zıkkım 5.000 lira olsun, bunu kırmazsam bana rahat yok. Ben davranamadan kız arkadaşım telefonu alıyor. Yazan Çiğdem. Liseden arkadaşım. Sevgilisinden yeni ayrılmış. 1.68 boyunda, yeşil gözlü dilber. Bana yakın oturuyor. Özel bir şirkette Halkla İlişkiler Müdürü. Bana yakınlık duyuyor, ben ise "boşver ya takma, başkasını bulursun, bak benim gibi şansın döner, sevgilin olur, benim gibi mutlu olursun inşallah, bak ben evlenmeyi düşünüyorum, allah sana da yazmıştır" gibilerinden bol dua ve kendinden uzaklaştırma içeren şeyler yazmama rağmen hala kurtulamıyorum. "Napysn" yazmış. Kız arkadaşım bi telefona bakıyor, bi bana bakıyor. Çiğdem, diyor.. "Sana yazmış. Ne yaptığını öğrenmek istiyor." Telefonu kapıyorum elinden. Kız arkadaşımla oturuyoruz işte nolsun, yazıyorum. Boğazlı kazak iyice sıkmaya başlıyor. İçerisi ısındı mı sanki yoksa bana mı öyle geliyor? Ateş basıyor. Terler akıyor alnımdan. Neyse ki o yazdığım şey üzerine Çiğdem'den mesaj gelmiyor. Telefonu kilitleyip masanın üstüne koyuyorum. Yanlışlıkla masadaki su dolu bardağın içine düşürüp günü kurtarabilirdim, ama yapamıyorum.
Migros poşetinin içinden üç Beck's, bir Doritos peynirli (ayak gibi kokan), bir de tuzlu fıstık çıkıyor. Hala bana bozuk atıyor. Nedenini açıklayamadığım durumu unutmamış gibi ama alkol her şeyin çözümüdür diye çok üstelemiyorum. Onun birasını çakmakla açıp veriyorum, kendiminkini dişimle açıyorum. Aynı çakmakla da sigaramı yakıyorum. İçme şunu, diyor. Oralı olmuyorum. Hem suçlu hem güçlü bu olsa gerek. Kendime gelen özgüvenin kaynağı birayı açmam olabilir. Ev benim, yani o deplasmanda. Saha avantajı bende. Üzerinde bulunduğumuz çekyat, her zaman seviştiğimiz çekyat. Anlayacağınız hava ve zemin koşulları uygun. Migros'tan çıkarken biri takıldı peşime ya, diye anlatmaya başlıyor. Ne anlattığını dinlemiyorum, bira içişini izliyorum sadece. Siniri gitmiş, kendini alkole bırakmış durumda. Her şey güzel gidiyor. Cümlesi bitince, gözlerimi gözlerine götürüyorum. Yuh artık, diyorum. "İstanbulda. Avrupa'nın orta yerinde. 2014'te. Olacak iş mi yani bu?" diye isyan ediyorum. Neyse ki Recep İvedik'e atıfta bulunduğumu ve hafiften kendisini makaraya aldığımın farkında değil. Üzgün surat yapıyor. Hala Whatsapp konuşmasında sanıyor kendini. Ben de üzgün surat yapıyorum, hatta bir damla da gözümden dökülüyor. O derece üzgün ve serzenişte. Hafif yanına kayıyorum. Boğazlı iyice boğazımı sıkıyor. Amacı zaten bu olsa gerek. Gerilip terlemem, üstüne de alkol almam beni sırılsıklam yapıyor. İçimdeki beyaz atlet vücuduma yapışmış durumda. Boğazlıyı çıkarıp göbekli ve atletli kalmak istemiyorum yanında. Bunun için ortam çok ışıklı. Kalkmaya yelteniyorum ışığı kapatmak için, elimden tutup beni kendine çekiyor: Ya nereye gidiyorsun? Bir yere gidemiyorum. Işığı kapatsak daha iyi olmaz mı, diyorum. Olmaz, diyor. Peki, diyorum. Anlaşılan sahaya alıştı. Taraftardan da ses çıkmıyor. Kendi sahamızda ipleri kaptırıyoruz sanki. Derken telefonuma bir bildirim daha geliyor. Kimden geldiğini tahmin etmişsinizdir. "Gitti mi kaltak?" yazıyor. KALTAK? Telefonu o an yutup sindirim sistemime yollamak istiyorum. Ekranda "gitti mi kaltak" yazıyor. Kız arkadaşım bana bakıyor. Bu sefer dökülen damla başımın üstünde. Telefonumu istiyor eli havada. Ellerim titriyor. Telefonu eline alıyor ve birkaç saniye telefona bakıyor. Şu andan itibaren gözlerim kapalı. Bira şişesini başımda kırıp evden çıkmasını hayal ediyorum. Beni bütün sosyal mecralarda engelleyip hayatımdan yok olmasını düşünüyorum. "Alo? Sensin kaltak! Orospu! Bak bu çocuğu bir kez daha ararsan, mesaj atarsan senin ağzına sıçarım bak!" diyor ve telefonu kapatıyor cevap gelmeden. Telefonu sehpaya koyuyor. Birasından bir yudum alıyor, üstündeki askılıyı çıkarıp saçlarını savuruyor ve bana dönüp şöyle diyor: Hadi çıkar artık şu boğazlıyı.

17 Ağustos 2014

İster misin?

Kırmızı ışığın gözüne nüfus etmesinden mi yoksa içine çektiği 5 gramlık marijuana'nın etkisinden mi, bilmiyorum, başını hafifçe yana yatırıp gözlerimin içine baktığında onunkilerin alev gibi yandığını gördüm. Diliyle alt dudağını ıslattı ve yavaş yavaş gözlerini kırptı. Kalp ritminin hızlandığını, kaslarının gevşediğini hissediyordum. Süren muhabbetimizin anında kesildiğini ve tuhaf sessizliğin birbirimizi rahatsız ettiğini bir tek ben mi seziyordum? Yoksa bundan keyif mi alıyordu? Kutunun üstünde "Isolater" yazıyordu. Diğerinin üstünde ise sadece "C" harfini okuyabildim. Kelimenin devamı siyah gazlı kalemle karalanmıştı. Kutuları incelememin üstünden tam 49 saniye geçmişti ki iç çekti ve kendini kanepeye bıraktı. Orgazm yaşıyordu karşımda, bunu görebiliyordum. Farklı güzelliğini de görebiliyordum. Saçları hafif koyu mavi, gözleri yeşildi; üstüne giydikleri komple siyah, çıplak ayakları sehpanın üstündeydi. Dudağının sol kenarında bir halka, söylediğine göre de aynı halkadan başka bir yerinde de vardı. Hiç dövmesi yoktu, ama döveni var gibiydi. Gözündeki morluğun henüz geçtiği anlaşılıyordu. Bilekleri temizdi. Sol dizi dikişle doluydu. Peki ben bu eve nasıl düşmüştüm? Evet, kelimenin tam anlamıyla düşmüştüm. Zira üstünde bulunduğum pis koltuğun kenarında çekinerek oturacak kadar temizdim. Hikayemi size anlatmaya yeltendiğimde kapı çaldı, kapıyı ben açtım. Karşımda tipik bir Alman kızı vardı. Elinde poşet ve kutular, bir kitap, bir de boru şişe duruyordu. Aralarında Almanca konuştular, gülüştüler ve öpüştüler. Dönüp bana Türkçe "ister misin?" diye sordu. İster misin? "Neyi?" diyecek kadar saftım. Elindeki onca şeyi mi istiyordum? Yoksa şu lanetin tadına mı bakmak istiyordum? Kafamdaki "ister misin"i her yöne çekebilirdim. Hayır ama teşekkür ederim, dedim. Neye teşekkür ettiğimi bilmiyordum. "Sen bilirsin" der gibi bir ifadeyle omuz silkti. Elindekileri bırakıp kapıdan çıktı ve gitti.

Bong'u ikinci kez içine çekti. Yanımdaydı ama sadece bedenen. Daha fazla dumana dayanamadım, ayağa kalkıp tuvalete gittim. Yüzümü yıkadım ve aynaya baktım. Ayna o kadar pisti ki kendimi göremiyordum. Film etkisi işte, arkamda bir kafa belirir gibi oldu. Korkuyla kafamı çevirdim. Karşımda küçük bir kız vardı. Aklımın çıktığını hissettim. Uykuda olduğunuzu bildiğiniz halde, rüyanın gerçek olma ihtimalinden hiç korktunuz mu? O korkuyu hissediyordum. Paralel evrende aslında şu anda evde olmam gerekirdi. Evde oturup içki içiyor, film izliyor olmalıydım. Küçük kızın elinde şırınga vardı. Beni daha da korkutan soruyu sordu: İster misin? Cevap vermemi beklemedi ve şırıngayı elime tutuşturdu.
Tek gözümü açıyorum. Sonra diğerini açıyorum. İkisi de yanıyor ve batıyor. Üstüme kar yağıyor. Ellerim iki yanda, bacaklarım birleşik. Tek hissettiğim şey su ihtiyacım. Ağzım kuruyor ve ses çıkaramıyorum. Nefesim soğuk havaya temas ediyor, yükselişini izliyorum. Yanımdan çıkarttığı sesten ne olduğunu anlayamadığım küçük havyanlar geçiyor. Hiçbiri benimle ilgilenmiyor. Bir başıma uzanıyorum. Vücudum uyuşmuş durumda, dudaklarım ise çatlamış. Şırıngayı hatırlıyorum. Küçük kızı. Almanların öpüştükleri anı. Son otobüsü kaçırdığımda çöp kutusuna attığım tekmenin ayağımın ve peşi sıra vücudumun her yerine dağıttığı acıyı. Daha sonra gülümseyişimi. Küçük kızın bana olan soğuk bakışlarını. İzole edici kokuyu. Tek taraflı aşkı. Umursanmayışımı. Gücümün yitişini birer birer hatırlıyorum. Lakin saatin ve bunu anlatmanın çok geç olduğunun da farkındayım. Beynimde tek bir soru var. Tüm gün bana sorulan soru. Bir eksiklik hissediyorum soruda. Kar yağmaya devam ediyor. Gece tüm huzuruyla sürüyor. Gözlerimi kapatıyorum. Yavaşça ağzımı açıyorum ve güçlükle bu sefer ve son kez ben soruyorum: Yaşamak.. Yaşamak ister misin?

8 Ağustos 2014

Kör

Kadının gözlerine bakınca kendimi balta girmemiş bir ormanda, ağaçların topraktan bir sanat eseri güzelliğinde yükseldiği ve dibini serin tuttuğu o yumuşacık toprakta, kuşların seslerini dinlerken ve gözlerimi kapatıp onlara kendi sesimle eşlik ederken buldum. Zamanın akmadığını, sanki bir film şeridi gibi kameranın sürekli olarak kadının gözlerinin içinden geçip tekrardan gözlerine ulaştığı bir hisse kapıldım. "Hayatınızı etkileyen en trajik olay neydi peki?" diye sordu. Odanın içindeki ağaçlar birer birer yok oldu, zemine gömüldü, çürüdü ve kayboldu. Birkaçı boyut değiştirerek masaya dönüştü, biri güzel kadının sandalyesi, diğeri ise arkadaki panoya büründü. Gözleriyle olan bağı koparmaya çalıştım. Afallayarak "efendim?" dedim. Burada soruları o soruyordu, cevapları ise ben bir türlü veremiyordum. Soruyu anlamıştım; ama zaman kazanmak istiyordum. Sorusunu yineledi: "Şu zamana kadar sizi etkileyen en büyük olay neydi? Olumlu veya olumsuz cevap verebilirsiniz." Biraz düşünüp "ailemin ayrılması" dedim. İstediğim etkiyi ruhuna empoze etmiştim. Gözleri kısıldı. Kumral, uzun saçlarını arkasına salladı. "Anlıyorum" dedi. Pek anladığını sanmıyordum. Psikiyatr, önündeki kare not deftere bişeler yazdı. Gülümsedi.
Aslında orada verdiğim cevap insanların benden beklediği ve beni etkilemesi gereken bir olayın dile gelmesiydi. Lakin öyle değildi. Düşündüğümde çok küçük şeyler de beni daha çok etkilemişti, çoğu da ailemin kararından trajikti. Oyuncağımın kafasını kırıp ailem eve gelene kadar ağlamam, aşık olduğum kızın benden ayrılması, buz tutmuş kaldırımda düşüp kıçımı kırmam gibi birçok şey geliyordu aklıma. Bunlar ara sıra aklıma gelen şeylerdi; ama oturup ailemin ayrılmasına kafa yormuyordum. Onu öyle benimsemiştim belki. İki taraftan da bir eksiklik hissetmediğim için hiç kafama takmamıştım. Peki bu benim hayatımı ve gelişimimi etkilemiş miydi? Buna cevabım hayır. Lakin çoğu insan bunun tersini düşünecektir. Ben, ailemden bana geçen genleri kendi hayat tarzımla harmanladım. Her insanın farklı olduğunu düşünüyorum.

Teşekkürler, dedi. Ben teşekkür ederim, dedim hemen. O beni tanımaya çalışıyordu. Verdiğim samimi cevaplara(!) teşekkür ediyordu. Peki ben neye teşekkür ediyordum? Beni anlamasına mı yoksa saati 250 Euro'luk seansla belimi bükmesine mi teşekkür ediyordum? Kalkmamı bekliyordu; ama kalkmıyordum. Gözleri notlarındaydı. Dokuz saniye sonra kaşlarını kaldırarak bana bir bakış attı. Kuşların cıvıldayışı geldi kulaklarıma. Suratına gülümseyip aniden somurtan insanları bilirsiniz, acaba karşımda öyle biri mi vardı? Merak ediyordum.. İşi bitmişti ve benden kurtulmak istiyordu. Bunu hissedebiliyordum ve hoşnut değildim. Bu odada bir fazlalıktım. Yere sürte sürte giden, sürttükçe de kıvılcımlar çıkaran bir balta hayal ediyordum. 2 metreye yakın kollarımla gidip kucaklayamayacağım kadar geniş gövdeli bir ağaç vardı karşımda. Baltayı havaya kaldırdım. Bir çınlama ve rüzgarın sesi geldi hareketimle. Gözlerimi kapamadan ağacın gövdesine geçirdim baltamı. Yapraklar döküldü başımdan, kuşlar uçuştu. Baltanın gövdeyi girmesiyle tok bir ses duyuldu. Zevkten çığlık attım. Diyaframım parçalanıyordu nefes alıp vermekten. Gülümsedim. "Gözleriniz..." dedim. Baltamı sırtıma koydum. Gözleri daha da büyüdü. "Gözlerinizde..." dedim. Merakla bana bakıyordu. "Gözlerinizde çapak var..."

Arkamdan kapıyı çekip giderken bu ormana bir daha ayak basmayacağımı biliyordum. Annemin ne kadar iyi kalpli, babamın ise ne kadar saygılı ve kibar bir insan olduğunu düşündüm. Onların oğlu olmaktan gurur duyuyorum. İyi ki varlar..