28 Nisan 2013

Zzzz

Yolculuk nereye diye sordu(sana ne bilader). Ben bi yere gitmiyorum, kuzenim askerden gelecek, onu karşılamaya gidiyorum(soruyu sevmediğimden ikinci bir soruya maruz kalmamak için uzun açıklamalı cevap verdim). Yine taksici sendromu yaşıyordum. Aylarca geliştirdiğim en büyük taktik olan arka koltuğa oturup taksiciye “sen şoförsün, arabayı sürmen yeter” telkinlerim bu sefer işe yaramamıştı (acaba bende mi sorun var? Taksiciyle, berberle, bakkalla hizmetinden öte muhabbet etmek benim canımı sıkar). Dikiz aynasını düzeltti ve kaçta gelecek diye sordu (eşşeen z.kinde gelecek). Sıradaki soruyu tahmin edebiliyordum: nereden geliyor. Yüz bulursa acemiliği nerede yaptıya kadar gider bu muhabbet diye düşündüm. Cevaba karşılık “ben de askerliği şurada yaptım” lafına hiç girmiyorum. Yedide iniyor, dedim. Yedide inemez, dedi (pardon?). İnemez diye tekrarladı, başını iki yana salladı. Hava trafiği çok kötü diye ekledi. Şu an havada mıyız yoksa yerde miyiz diye camdan dışarı baktım. Zira kendisini pilot sanıyordu. İnemez derkenki z'yi uzatarak “trafik bizim işimiz abicim” havası veriyordu. Dün havaalanında rekor kırılmış, 1140 tane iniş-kalkış olmuş, inanabiliyor musun diye sordu (inanamıyordum, çünkü rakam 1137'ydi). Evet duydum, dedim. Belki de eskiden pilot olduğunu (yok ebesininki artık pilotluktan taksiciliğe) ve yaşadığı inanılmaz hava olaylarını bana anlatacaktı, izin vermedim, telefonuma sarıldım. Daha yol uzundu. Yarım saatlik radyasyonu bir takım anılara tercih etmiştim. Havaalanına vardığımda kulağım kıpkırmızıydı.

Başkasının işine karışmak ya da ona işini öğretmek hele ki bunu toplum içerisinde yapmak karşıdaki insanı hayattan soğutabilir, onu küçük düşürebilir. Biz yazarlar (tamam bloggerlar diyelim) bu tür olaylara fazla maruz kalıyoruz ki, aslına bakarsanız, tam tersi olsaydı yaşadığımız olaydan ekmek yiyemezdik. Ondan yazı çıkmazdı. Nerede ezilmişlik, dayak yeme veya birine çok kızıp bişe yapamama, eve gidince koltukları dövüp o kişiye ana avrat sövme varsa orada yazının okunmasına teşvik vardır. Gidip adamı dövsek iğrenç, kaba insanlar olurduk. Zaten birini dövdüm diye yazı yazmak da enteresan olurdu (uzattım evet) . Neticede kavga etmeyen veya etmek istemeyen insanlarız (götü yemeyen de denir).

Bütün aile salonda oturuyordu. Baklava-şöbiyet-fıstık sarma (kombosu) eşliğinde ağızlar şapırdatılıyordu. Tatlıları yiyip yiyip üzerine su içiyorduk. İki küçük kuzenim ise halının üstüne oturmuş, gözleri salonun ortasındaki televizyonda, playstation oynuyordu (futbol genelde son ses açılıp oynanır, kısıldığı tek an ise misafirin geldiği zamandır. Genelde annenin ısrarıyla televizyonun sesi kısılır ve küçük çocuklar da misafire nefret besleyip gitmeleri için dua ederler. Gelecek nesil misafirperver olmayacak. Türkler çok misafirperver diyen bi İngiliz, bi Alman göremeyeceğiz). Arada çıkan “hadi bee”, “ulan nası girmez”, “ronaldoooo” gibi nidalara kulağımız alışmıştı. Alışamadığım tek şey ise komşunun oğlunun kuzenlerimin oynadığı oyuna müdahale etmesiydi. Kaçan gollere Fatih Terim mimikleriyle karşılık veriyor, hatta bazen ayağa kalkıp elleri belinde golü kaçıran kuzenime cık cık yapıyordu. Çok dayanamadı, maçın ilk dakikasında kaçan penaltının üzerine, 90+3'teki penaltıyı kullanmak için kulübeden çıktı, beyaz noktaya doğru yürüdü. Ver len şu kolu, penaltı nasıl atılır gösteriyim, penaltı öyle atılmaz, dedi kuzenime. Atılmaz derkenki z’yi uzatarak “ben eski topçuyum” havası veriyordu. Dediği gibi de topu 90’a attı (90’a taktı veya 90’a çaktı da denir). Kolu verip yerine oturdu. Eğer ki dolar simgesi gibi "helal lan" için bi simge olsaydı, babasının gözünde onu çok net görebilirdik. Kuzenim, komşunun oğlu sayesinde bu geceki ilk galibiyetini almıştı. Pek adil bi galibiyet değildi gerçi. Golü yiyen kuzenim ise mağlubiyeti kaldıramamış, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ayağa kalktı ve sen ne karışıyosun ya diye bağırarak komşunun oğlunu tepeledi (bildiğin dövdü evet). Olay basit bir futbol maçından aile kavgasına dönmüştü bir anda. İki takım sakinleşti ve hakemin onayıyla (anneannem) takımlar soyunma odalarına yollandı. Hayatımda ilk defa bir kavgadan memnun kalmıştım. Her İşe Karışan'a ağzının payı verilmişti.

17 Nisan 2013

Kenya Suyu

Döndü, ters ters bana baktı. Gözlerinin içinden “hayırdır bilader?” yazısı okunuyordu. Gözlerimi normalinden bir saniye daha fazla kırpıp (halk arasında “evet” anlamı taşır) gülümsedim. Önüme döndüm. Bir Bulutsuzluk Özlemi şarkısı gibi “Denizimden kaaaç!” diye bağırmak isterdim adama; ama bağıramadım. Kamil Koç'un televizyon kanalı olarak belirleyip sistemine yüklediği Fox Tv'yi izlemeye devam ettim. Ortam durulunca yanımdaki adam da Ahmet Hakan'ını okumaya devam etti. Boylu boyunca uzanan boğaz manzarasına, Kız Kulesi'ne, yalılara, martılara tenezzül edip bir bakış bile atmıyordu. Bir İstanbul Beyefendisi miydi acaba? Dönüp gözlerimin içine baksa “havan kime koççum” yazısını net okuyabilirdi. Köşe yazısını bitirip diğer sayfaya geçerken gözleri masmavi denizle buluştu. O an ben de kendimi boğazın serin sularına atmıştım. O koşarken elini kavrayıp birlikte atlamıştık denize. Ben nefesimi ondan daha fazla tutabiliyorum ki herhalde, adam çoktan denizden çıkmış ve bana “s.kecem belanı ha! Ne denizmiş arkadaş! Neyine hayran kalıyorsun ” der gibi bakıyordu. Belki de diyordu. Kulağımda kulaklık olduğu için o anda “eviniz sizin üstünüze mi? Çocuk probleminiz var mı?” gibi sorularla adamın ağzından çıkanın aynı senkronda olmadığını fark ettim. Kulaklığı çıkarıp “pardon” dedim (genelde Avrupa görmüş insanların sık sık kullandığı ama nasıl olmuş da “paaardooon” şeklini almış bilmediğim bi tür kibarlık içeren özür dileme kelimesi). Nihayet köprüyü geçmiştik. Güzelim boğaz bir çırpıda bitmişti. Yalılar boş, martılar öksüz kalmıştı. Programdaki kadın, taliplisine geldiği için teşekkür ediyordu.

Denizin hiçbir değeri yok muydu o adam için, bilmiyorum, eve geldiğimde saat 12'ye geliyordu. Yorgunluk, açlık ve susuzluk beni yıpratmıştı. Gelir gelmez mutfağa geçtim. Ev içerisinde herkesin bir görevi vardır, bilirsiniz. Bunlar yazılı olmasa da herkes tarafından bilinir. Mesela evi havalandırmak annenin, televizyon kumandasının pillerinin çalışıp çalışmadığını kontrol etmek babanın, çok klasik olarak ekmek almak da çocuğun (ki genelde eve gelmeden önce anne tarafından uyarılıp senkronize bir şekilde bu iş yürütülür) görevi olarak kabul edilir. Benim ekstra olarak bir de evin kombisi bozulduğunda teknik servisi arama, su bitince sucuyu arama, canlar lahmacun isteyince lahmacuncuyu arama gibi bir görevim daha vardı. Mutfakta pompası yan yatmış damacana ile karşılaştığımda boğazımdan “guğğrp” diye bir ses geldi. İçeride yutkunmaya yetecek tükürük bile yoktu. Evde olmadığım bir haftalık süreçte su bitmiş, tazelenmesi için benim gelmem beklenmişti. Odama geçtim. Gelirken Kenya'da bavula attığım su şişesi gözüme ilişti. Çöldeki bir vaha gibiydi. Kenya olduğunu niye mi belirttim?

Anne o ne içiyor, diye sordu komşunun kızı. Annesi “su içiyor kızım işte” dedi. Farklı ama o, dedi çocuk. Yanıma geldi. O ne, diye sordu. Su, dedim. İnanmamıştı. Suya bir anlam yüklemezsem bugün aileye uyku yoktu sanırım. Kenya suyu, dedim. Gözleri parladı. Ben Kenya diyince kafasında nasıl bişe oluşmuştu çok merak ettim. Sonuçta ben gidip gelmiştim. Okyanusu, develeri, zencileri her şeyi görmüştüm. (Kenya bu kadar evet) Elimde tuttuğum su, öyle bir köşede kalmış su şişesinden öte bişe değildi. Çantamdan ikinci su şişesini çıkarttım. Al bu da senin olsun, dedim. Kenya suyuuu, dedi. Kapağını yanlışlıkla açıp yere döksem yerdeki suyu havluyla toplayıp şişenin içine geri sıkacakmış gibi bir havası vardı. Ben ona şişeyi verirken küçük kardeşi de yan odadan bize bakıyordu.

2 hafta sonra komşunun çocuğunu sokakta şişeyle gördüm. İçi hala yarısına kadar doluydu. Etrafında toplanan çocuklar gıpta ederek şişeyi inceliyordu. Sınıfta sükse yapmış, bir Afrika fatihi olmuştu herhalde. Kardeşi ise, kendisine Kenya Suyu getirmediğim için bana biraz dargındı. Duyduğuma göre ablası uyurken suyu içmiş, içine damacanadan Türkiye Suyu koymuştu. Bunu yaparken de annesine yakalanmıştı. Ne suymuş arkadaş, dedim. Neyine bu kadar hayran kalıyorsunuz.

5 Nisan 2013

Geliyorum merkez

Gençlerin kafalarında fosforlu bandanalar, bileklerinde envai çeşit bileklikler, altlarında janjanlı şortlarla bir oraya bir buraya zıpladığı voleybol oyunlarına yaraşır; sahilde gezinen bazı çocukların ellerinde dondurma yaladıkları, bazılarının mısır yediği; babaların bebek arabalarını dışarı çıkardığı; annelerin su kenarı mangal sefasına köfte hazırladıkları; Rayban, Police, Bvlgari gözlüklerin ortamda boy gösterdiği; çiftlerin ellerinin terlediği; buz gibi bir Erikli suyunun içimizi ferahlattığı muhteşem bir hava vardı dışarıda ve ben İstanbul trafiğindeydim. İşten eve dönüyordum. Takım elbisem kendi kendine bedenimden ayrılıp denize atlamak istiyordu. Sarıdan bozma turuncu bir taksinin arka koltuğunda, yanımda bir kadınla, önümdeki dikiz aynasından bıyıklarından başka bir şeyini seçemediğim taksiciyle bunaltıcı bir trafikteydim. Taksiciye gideceğim yeri söyler söyleyemez taksi “benzinlik boş” direktifiyle yerinden kalkmış ve ani bi frenle durmuştu. Çünkü aynı yöne gitmek isteyen bir kadın tarafından ele geçirilmişti. Bıyıklar baş kaldırmış, “kadııınnn kadıınnnn” düşüncesi beyne hükmetmişti(ya da ben abartıyorum). Bana sorulmadan içeri alınan kadına ilk dakikadan nefret beslemiştim zaten. Aramızdaki ilişkiyi ilk dakikadan bire takıp boşa almıştım, tıpkı taksicinin kadına az önce yaptığı gibi. Benzinlikten ayrıldık, yoncayı döndük. Süregelen sessizliğimizi telefon kırması telsiz bozdu. “Kpşşşttt kavşak boş kpşşştttt boşta araç var mı beyler?”. Telsizi alıp “boş araç olsa bu yanımdaki kadın burada olur muydu lan?” diye bağırmak istedim. Yanına yolcu oturmuş business class yolcusu gibiydim, bi an kendimden tiksindim; ama sonra geçti. Kadını istemeyişim aitlik hissiyatıma bağlıydı. Bu taksi benimdi, başka kimsenin olamazdı.

Kadın, benim evime gelmeden iki sokak önce inecekti. Bu huzursuz birlikteliğimizin bitmesine az kalmıştı. Keyfim yerine geldi. Önümde uzanan iki sokaklık sükuneti kucaklıyordum. Telsiz düşlerimi öldürdü. “Beyler boş araç var mı kpşşşttt”. Bizim taksici eline telsizi aldı: Ben boşalıyorum.. O an acaba benim mi içim fesat, diye düşündüm. Yoksa şu an taksicinin kullandığı cümle konuyla birebir örtüşüyor muydu? Yanımda oturan kadınla ilk kez göz göze geldik. Tek fesat ben değilmişim, diye düşündüm. Taksici tekrarladı: Merkez ben boşalıyorum.. Cümlenin tekrarı rahatsızlığımızı artırdı. Kuleden iniş izni isteyen kaptan gibi, merkezden boşalma izni istiyordu. Merkez ile aralarında geçen bu ilişkiye alet olmaktan canım sıkılıyordu. Neyse ki bilerek yapmıyor gibiydi. Yoksa şu seviyede bir insan olamazdı: “beyfendi biletiniz varsa bana da basar mısınız?” ya da “beni de götürür müsünüz?”. Bu seviyede değildi. Yanımdaki kadının yanakları kızardı hafiften. Ben de taksicinin bu bilinçsizliğine katıla katıla gülmek istiyordum ama kendimi frenliyordum. Kadın da bana destek çıkmak istedi herhalde “ben burada ineyim” dedi. Hepimiz frenlendik böylece. Daha kadının ineceği sokağa gelmemiştik. Erken inmek istemişti. Bir an “ben de iniyim” dedim. Adamın deyişiyle “boşalmasına” yardımcı oluyorduk. Bunu yapmamıza o sebep olmuştu. Hayatımızda “erken boşalmak” büyük bir sıkıntıyken, bu durum taksici için mutluluk kaynağı olmuştu. Taksiden indik. Tahminimce taksicimiz biz iner inmez merkeze müjdeyi vermiş ve erken boşaldığı için kavşağa doğru ilerlemişti. Bu haberden merkez de memnun kalmış olmalıydı. İki tarafın da memnun olduğu ender durumlardan birine şahit olmuştuk.

Evime daha dört sokak vardı. Kravatımı ve gömleğimi dışarı çıkarttım. Yürümeye başladım. Zira hava çok güzeldi. Aileler mangal yapıyor, gençler voleybol oynuyor falan.. Biliyorsunuz işte. Bana tekrardan yazdırmayın..